Project Syndicate

31.12.2012
Yazdır Paylaş Yazıları Büyült Yazıları Küçült
Project Syndicate

"Kriz ve Dönüşüm*

31 Aralık 2012

*( Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün uluslararası alanda tanınmış ve dünyanın önde gelen medya organlarının abonesi olduğu makale veritabanı 'Project Syndicate'de 'Geçen Yıl a Bakış' (Year in Review) yayınında yer alan makalesi. Project Syndicate'ın her yıl sonunda yayınladığı 'Year in Review'ün 2012 sonundaki edisyonunda Cumhurbaşkanı Gül ile birlikte aralarında Joseph Stiglitz, Bill Gates, Daron Acemoğlu, Shinzo Abe, Juan Santos, Leon Panetta, Christine Lagarde, Imran Khan gibi isimlerin olduğu küresel liderlerin, entelektüellerin, düşünürlerin ve bilim insanlarının 2012'ye ilişkin değerlendirmeleri ve 2013 beklentileri yer alıyor.)

İçinde yaşadığımız zaman dilimini çok sayıda hızlı değişimlerin yaşandığı bir çağ olarak tanımlamak bir klişe halini aldı. Fakat 2012 yılı özellikle sorunlu bir yıldı. Dünyanın herhangi bir köşesindeki ekonomik krizlere, siyasi ve askeri çatışmalara, sosyal isyanlara, kültürel çarpışmalara ve çevresel problemlere sürekli ve ortak alaka göstermeye ihtiyaç duymayacağımız tek bir gün bile geçmedi.

Türkiye’nin yakın çevresi 2012 yılında küresel siyaset gündeminde en üst sırada yer aldı, ve 2013 yılında da yine en üst sırada yer almaya devam edecek. Kuzeyimizde Avrupa bir yol ayrımında, sonuçları AB’nin sınırlarının çok daha ötesinde etkili olacak bir yaratıcı imha sürecine girmekte. Güneyimizde haysiyet, özgürlük, demokrasi ve barış arayışı artık geri döndürülemeyecek noktaya geldi ve bölgenin siyasi manzarasını değiştiriyor.

AB’nin halen devam eden krizinin sadece ekonomik önlemlerle sonlandırılamayacağı aşikar. Avrupa jeopolitik ağırlığını geri kazanmak istiyorsa, kendisini yeniden tanımlamalı ve misyonunu da yeniden belirlemeli. AB, bir değerler topluluğunu temsil etmek ile kendine has ve içe dönük politikalarla en nihayetinde küresel öneminin aşınmasına yol açacak coğrafi bir yapıyı temsil etmek arasında bir karar vermeli.

Avrupa’nın ayrılmaz bir parçası olan ve AB üyeliğini de stratejik bir hedef olarak kabul eden Türkiye, ilgisiz bir izleyici değildir; tam tersine, halen devam edegelen tartışmaya kendi bakış açılarımız ve fikirlerimizle katılmak arzusundayız. Mesela AB bütünleşmesinin derinleşme boyutunda olduğu kadar, genişleme boyutunda da olması gerektiğini düşünüyoruz – ki böylece, AB’nin müspet dönüştürücü etkisi komşu bölgelerde de hissedilebilsin.

Bu noktada, hiç kuşkusuz, Ortadoğu ve Kuzey Afrika en ziyade alaka gösterilmesi gereken bölge olmalıdır. Tarih boyunca, Akdeniz’in bir yakasında vuku bulan gelişmelerin mutlaka öteki yakasında doğrudan bir etkisi olmuştur; bugünün dünyasının yüksek derecedeki küresel karşılıklı bağımlılığını gözönüne aldığımızda, bu durumun bundan sonra da devam edeceğine inanmak için sayısız sebebimiz  vardır.

Arap halklarının, Avrupalıların faydalandıkları evrensel hakları kendileri için isterken son derece samimi olmaları, Batı’nın uzun süredir hakim olan oryantalist perspektifini çürütmektedir. Kuşkusuz, Arap Uyanışının sonuçlarını öngörebilmek için hala çok erken olup,  geçiş sürecindeki ülkeler hala zorlu meydan okumalarla karşı karşıya bulunmaktadırlar. Fakat çok sayıdaki kabus senaryosunun hiç biri gerçekleşmemiştir ve bu da gelecek için umut muştulamaktadır. Dahası, Tunus, Libya ve Mısır’da bu ülkelerin tarihlerinde ilk kez serbest ve adil seçimler 2012 yılında gerçekleştirilmiştir.

Fakat demokrasi sadece seçimlerden ibaret değildir. Hukuk devleti, hesap verebilirlik, cinsiyet eşitliği, ifade ve inanç özgürlüğü gibi temel demokratik kurumları hayata geçirme sorumluluğu, bu ülkelerin önünde bekleyen en önemli imtihandır. Fakat herşeye rağmen, Arap halkları nihayetinde gerçek anlamda bir halk iradesini gerçekleştirmişler ve korku duvarını aşmışlardır. Bu halkların demokrasi yolunda ilerlemeye devam edeceklerini inanıyorum.

Bununla birlikte, Suriye’deki mevcut durum ve İsrail’in Gazze’ye yönelik son saldırısı halen kanayan yaralardır. Suriye’de kanlı bir iç savaş dünyanın en muhteşem antik şehirlerini bir harabeye çevirmektedir. Suriye halkının talepleri Tunus’da, Libya’da ve Mısır’da dile getirilenlerin aynısıdır: haysiyetli, demokratik bir yaşam. Ne var ki, bu taleplerine cevaben, Beşar Esad rejiminin – savaş uçakları, helikopterler ve tanklarla saldırılarını da içeren – insanlık dışı şiddetini görmektedirler. Rejimin hayatta kalma mücadelesini, bir etnik ve mezhepsel çatışmaya dönüştürme gayreti, özellikle komşuları Lübnan ve Irak’tan başlayarak bölge çapında büyük bir tahribata yol açabilir.

Arap Uyanışının en başından beri Türkiye, prensip olarak halkların meşru ve demokratik arzularının tarafında yer aldı. Ortak tarihimizden ve bilhassa hak ve özgürlüklerini arayan toplumlara bir ilham kaynağı oluşturmamızdan kaynaklanan özel durumumuzu müdrik olarak, bu şekilde davranmaktan başka seçeneğimiz yoktu.

Suriye’deki iç savaş Türkiye için insani kriz bağlamında ek bir sorun da yarattı. Şu anda ülkelerinde giderek artan şiddetten kaçan yaklaşık 200 bin Suriyeli’ye evsahipliği yapıyoruz ve bu çaresiz insanlara evsahipliği yapmak için bugüne kadar 400 milyon dolardan fazla masraf yaptık – ki bu süreçte dünyanın geri kalanından hiçbir destek de görmedik. Buna rağmen, yüzyıllara yayılmış çok özel bağlarımızı unutmayacağız ve Suriyeli komşularımıza bu en zor zamanlarında yardımcı olmaktan asla geri durmayacağız.

Ortadoğu’daki bu tarihi dönüşümün güvenlik, istikrar ve refaha tevil edilebilmesini garanti altına alabilmek için, bölgenin iki köklü ve birbiriyle bağıntılı güvenlik sorununun da çözülebilmesi gerekmektedir: bu sorunlar Arap – İsrail ihtilafı ve giderek yükselen Kitle İmha Silahları’nın (KİS) yayılması tehlikesidir. Bu noktada, Gazze’de yaşanan son şiddet, bölge çapında bir çatışma riskini tekrar gündeme getirmiştir. İsrail’in en son Gazze operasyonu kendisine ne taktik, ne de stratejik hiç bir fayda sağlamamıştır. Tam tersine, iç siyasi tüketime yönelik yapıldığı her halinden belli olan bu saldırı, İsrail’in uzun vadeli güvenliğine de zarar verecektir. Zira, ilk kez Hamas, Tel Aviv kadar uzak bir noktada dahi rahatsızlık verebileceğini gösterirken, yine ilk defa İsrail tutumunu ve itibarını aralarında ABD’nin de olduğu geleneksel müttefikleri nezdinde dahi savunmak zorunda kalmıştır. Fakat İsrail için en büyük ders, Arap Uyanışı sonrasında ortaya çıkan yeni stratejik ortamı daha iyi anlamak zorunda kalması olmuştur.

Bu sorunların her ikisine de daha bütüncül bir anlayışla yaklaşmak elzemdir. Bunun için iyi bir başlangıç, İsrail’in güvenlik mülahazalarını da dikkate alan 2002 Arap Barış Planı ile 1991 yılında kabul edilmesi ile bölge çapında KİS’lerin imhasını öngören 687 sayılı Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi Kararı çerçevesinde bölge çapında bir silahsızlanma sürecinin paralel olarak uygulamaya konmasıdır. Bu meyanda, ABD Başkanı Obama’nın 2010 yılında Nükleer Yayılmanın Önlenmesi Antlaşması  Gözden Geçirme Konferansı’nda yaptığı ve bahsettiğim bu fikri destekleyerek diğer büyük aktörleri silahsızlanma konusunda inisiyatif üstlenmeye davet eden tespitlerini takdirle hatırlıyorum.

Bu yaklaşım, hem halkların adalet duygusuna büyük tahribat veren, istikrarsızlık ve aşırılıklara yol açan Filistin sorununun adil ve kalıcı bir şekilde çözümünü mümkün kılabilir; hem de başta İran olmak üzere bölge ülkelerinin ciddi tehdit algılamalarından doğan gerilimleri de sona erdirebilir.

Bütün bunların ötesinde, gelişmiş ülkeler ve uluslararası finansal kuruluşlar, İkinci Dünya Savaşı sonrası uygulamaya konan Marshall Planı’na benzer kapsamlı bir ekonomik canlanma programını geçiş sürecinde Arap ülkeleri için de hayata geçirmelidirler. Avrupa’nın ve uluslararası toplumun elinde, Akdeniz bölgesine eski refah ve ihtişamını yeniden kazanma yolunda yardım etmek ve Ortadoğu’yu da barış, demokrasi ve istikrar bölgesine çevirmek için  önemli bir fırsat  bulunmaktadır. Türkiye, bu vizyonun gerçekleştirilebilmesi doğrultusunda üzerine düşen ne varsa yapmaya hazırdır.

Yazdır Paylaş Yukarı