Değerli genel başkanlar, aynı kabinede olduğumuz bakan arkadaşlarım, milletvekilleri, büyükelçiler, değerli misafirler, hepinizi sevgi ve muhabbetle selamlıyorum.
Bugün D-8'in kuruluşunu ve onun bu güzel vizyonunu pekiştirmek, aynı zamanda kuruluşunu anmak için bir araya geldik. Bu toplantıyı geleneksel olarak düzenleyen Saadet Partisi'ne ve bizleri buraya davet eden değerli Genel Başkan Mahmut Arıkan'a da çok teşekkür ediyorum. Doğrusu, değerli genel başkanlar biraz önce değişik veçheleri öne çıkararak çok güzel konuşmalar yaptılar. Hem geçmişe hem de bugünümüze hitap ederek hepsine çok teşekkür ederim. D-8 denilince tabii ki kurucusu ve mimarı olan rahmetli Erbakan Hocamızı rahmetle, minnetle ve saygıyla anarak sözlerime başlamak istiyorum.
Erbakan Hoca, bu fikri düşünüp kafasında geliştirdikten ve böyle bir organizasyonun yapılmasına karar verdikten sonra, o gün bunun teknik çalışmalarını yapma görevini kabinede bir bakan olarak bana vermişti. Bu vesileyle Endonezya'dan Malezya'ya, İran'a kadar birçok ülkeyi ziyaret edip toplantılar yaptık. Neticede, Çırağan Sarayı’nda bütün liderler toplanıp bu meşhur balkonda da resim vererek kuruluş ilan edilmişti. Bundan dolayı daima bir aidiyet hissettim. Bütün devlet görevlerimde ve cumhurbaşkanı olduğum dönemde de zirve toplantılarına zaman zaman katıldım. Bugün de Sayın Cumhurbaşkanı'nın D-8'e en yüksek seviyede önem verdiğini görmekten memnuniyet duyuyorum.
Otuz sene öncesine, o günlere dönecek olursak, bu salonda yapılan toplantılarla birlikte o günlerin dünyası farklı bir dünyaydı. Arkadaşlar da değinmişlerdi. O günler Sovyetler çökmüştü. Dünya yeni bir hâle gelmişti. Bazıları tarihin sonu geldi demişlerdi. En büyük gelişme, Müslüman Türk cumhuriyetlerinin, Türk devletlerinin bağımsızlıklarını kazanmaları olmuştu. Uzun bir esaretin, altmış yıllık bir Sovyet silindirinden sonra bağımsızlıklarını kazanmışlardı. Hepsi ayrı ayrı devlet olmuştu. Yugoslavya dağıldıktan sonra Balkanlarda çok büyük acılar ve zulümler çekilmiş olsa da, neticede çözüm için çok çabalar ve gayretler olmuş, sonunda da bir şekilde bir çözüm bulunmuştu. O yıllara baktığımızda Irak işgal edilmemişti. Afganistan'da NATO işgali yoktu. El Kaide'nin New York'a terör saldırısı yoktu.
Filistin, Müslümanların en büyük meselesi ve dünyanın en önemli konusuydu. Bu konuda bile o zaman Doğu ile Batı arasında diyaloglar vardı. Madrid Konferansı, Oslo Toplantıları gibi girişimler mevcuttu; iki devletli bir çözüm nasıl olur arayışları vardı. Siyasi olarak dünyada daha olumlu bir hava vardı. Bu gelişmeler yaşanırken ekonomik olarak da, G7'ler olarak başlayan G8'ler, Zenginler Kulübü adı altında bir araya gelmişlerdi. Kendi ekonomik çıkarlarını daha ileri seviyeye taşımak için platformlar kurup işbirliğini güçlü bir şekilde aralarında geliştiriyorlardı. İşte böyle bir ortamda, o zamanki hükümetimiz ve Başbakanımız, 'Niçin Müslüman dünyası aynı şekilde bir dayanışma içinde olmasın? Niçin Müslüman dünyası en iyi şekilde ekonomik işbirliğini gerçekleştirmesin?' düşünceleriyle, sadece Müslümanlar için değil, bütün insanlık için iyi olan bu ulvi değerleri ilke edinerek D-8 platformunun kurulmasına önayak olmuştu.
O günden bugüne neredeyse otuz yıl geçti. D-8'in 2030 Vizyon Belgesi'ni okudum. Tabii ki çok güzel teknik çalışmalar yapılmış, ticarette, yatırımlarda ve başka alanlarda çok güzel hedefler konmuş. Bütün bunların gerçekleştirilebilmesi için aslında bir ön şart bulunmaktadır. Arkadaşlar konuşmalarında bu konuya değindiler. Mevcut potansiyellerin harekete geçebilmesi için her ülkenin kendi içinde düzgün, sağlam, itibarlı, iyi bir ülke olması; yönetimlerinin sağlam, siyasi zeminlerinin düzgün olması; hukukun üstün olduğu, adaletin bulunduğu, herkesin hesap verdiği şeffaf kuralların uygulandığı, herkesin bu kurallara uyduğu düzenlerin olması gerekmektedir. Aksi takdirde potansiyel harekete geçmez. O iklimin oluşmasıyla Bangladeş’ten Nijerya’ya, Mısır’dan Türkiye’ye kadar bütün bu ülkelerin büyük potansiyelleri ortaya çıkacaktır. Bu potansiyelin harekete geçebilmesi için enerjinin kendi içinde harcanmaması, aksine kalkınmaya yönlendirilmesi gerekmektedir. Bu ülkelerin kalkınmış ülke (development) olabilmelerinin açık formülü budur. İyi bir yönetişim ve iyi yönetişimin bütün kurallarının uygulanması gerekmektedir. Bunlar olduğu sürece her ülke güçlenecek ve her ülke güçlenince toplu olarak tabii ki İslam âlemi de güçlenecektir.
Değerli katılımcılar, bugün otuz yıl sonra maalesef çok övünülecek bir durumda değiliz. Şüphesiz ki tekil başarılarımız olabilir ancak bu ülkelerin hiçbiri hâlâ gelişmiş (developed) ülke statüsüne giremedi. Otuz yıl geçmiş olmasına rağmen bu durum tabii ki çok acıdır. Bunun sebeplerini yalnızca dışarıda arayamayız. Şüphesiz ki adeta büyük siyasi zelzeleler yaşandı. Bazı İslam ülkelerinin bel kemiği kırıldı. Bu otuz sene içerisinde bazı İslami ülkeler hâlâ iç savaşlar yaşamakta; Libya'da, Sudan'da utanç verici durumlar devam etmektedir. Bunların altında şüphesiz ki kolonyal döneme ait sebepler bulunmaktadır; ancak unutmayalım ki suçu tamamen dışarıya atamayız. Şöyle bir hatırlayacak olursak, birçok İslam ülkesinin rejimlerinin ve başında olanların kendi halklarıyla nasıl çatıştıklarını, nasıl kavgalı olduklarını düşündüğümüzde, başımıza gelenlerin boşuna olmadığını görmemiz gerekir.
Değerli misafirler, değerli katılımcılar. Filistin konusuna gelince, otuz yıl içerisinde topraklar daha da küçülmüş durumda. Çünkü işgal devam ediyor ve yerleşim yerleri çoğalıyor. İşgalin acımasızlığı daha da şiddetlenmiştir. Bugünkü soykırım pervasızca devam etmektedir. Bilmiyorum, aranızda başka giden var mı? Ben Gazze'yi, Filistin'in bütün topraklarını adım adım gezmiştim. Refah Partisi milletvekili olduğum dönemde, Avrupa Konseyi Parlamenter Asamblesi'nde Alman, Fransız ve bir Türk milletvekili olarak bir raportör sıfatıyla Filistin'e gitmiştim. O günlerde gördüğüm yerleşim yerleri, siteler dehşet vericiydi. Batı Şeria’daki yol kesmeler ve gördüğüm zulüm de dehşet vericiydi. O günden bugüne geldiğimizde, bugün olanları düşündüğümüzde elbette ki buna dayanmak imkansız. Bu nedenle olup bitenler kendiliğinden ortaya çıkmadı. Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri çok veciz bir şekilde "Hiçbir şey boşlukta olmadı" diye belirtmişti. Bu olup bitenlerin birçok sebebi vardı. Bazılarını doğru bulmasak da, o psikolojide orada yaşayan insanlar çılgına dönebilir ve her şeyi yapabilirler. Ben bunu otuz sene önce görmüştüm. Otuz yıl boyunca bu zulüm devam ede ede bugün ne hâllere geldi?.
İsrail buna nasıl cüret ediyor? Aslında İsrail'in bunu tek başına yapma gücü yok. Ancak bunun iki sebebi var. Birincisi, İslam âleminin İsrail'e verdiği mevcut durumdur, ne kadar da acı. İslam âlemi kendi içinde bölünmüş durumda. Öyle ki düne kadar bazı Müslüman ülkelerin birinci tehdit olarak algıladığı ülkeler yine Müslüman ülkeleriydi, İsrail değil. Arap ülkeleri kendi aralarında bölünmüş; birbirlerine ambargolar uygulamışlar, birbirlerini kuşatmışlar; bunlar yaşanmış. Daha da kötüsü ve inanılmaz olanı, Filistin kendi içinde bölünmüş durumda. 'İki devletli' derken, iki devlet Filistin içinde gerçekleşmiş gibi bir durum var. Bütün çabalara rağmen bu birleşme gerçekleştirilememiş. Tabii ki böyle bir ortamda, ideolojik saplantılar içinde olan İsrail bu stratejileri uygulamaktadır. İran gibi İslam dünyasının önemli sütunlarından birine böyle bir saldırma pervasızlığını gösterebilir miydi, eğer İslam dünyasını bu şekilde dağınık yakalamasaydı? Arkadaşımız Sayın Davutoğlu da anlattı. İsrail'in nükleer silahlara sahip olduğunu bütün dünya biliyor. Bu nedenle Orta Doğu'nun nükleerden arındırılması teklifleri gündeme geldiğinde tır tır titriyor. Ancak bu cüreti, bu saldırganlığı, bu hukuk tanımazlığı ve bu pervasızlığı yapma cesaretini İslam dünyasını bu kadar darmadağınık bir halde bulmasından almaktadır.
İkincisi ise şudur ve gayet açıktır: Filistinliler ile İsrail savaşmıyor. Aslında İsrail'in bu savaşı, bu soykırımı ve bu acımasızlığı devam ettirme gücü bulunmamaktadır. Bunun adını açıkça koymak gerekmektedir. Aslında birçok dürüst siyasetçi, bilim adamı, düşünür, insan hakları savunucusu, hem Amerikalı hem de Avrupalı olarak, bunun adını açıkça koymuşlardır ve koymaya devam etmektedirler. Bu savaş, Filistinliler ile İsrail'i kayıtsız şartsız destekleyen Amerika Birleşik Devletleri arasında yaşanmaktadır. Biraz önce arkadaşımız Mahmut Bey'in de anlattığı gibi, daha bayram günü Güvenlik Konseyi'nin on dört üyesinin müştereken sunduğu ateşkes teklifini tek başına reddetmiştir. "Bu soykırım devam etsin" demiştir. Bu gerçeği görmezden gelemeyiz. Ancak işin inanılmaz ve gerçekten dehşet verici bir başka tarafı da şudur: Bu soykırımı ve katliamları yapan bugünkü İsrail hükümeti, İsrail'in gelmiş geçmiş en marjinal hükümetidir. Başbakanı ve Bakanlar Kurulu en aşırı, en marjinal isimlerden oluşmaktadır. İsrail halkının yarısı buna karşı çıkmakta, diğer yarısı ise sokaklara dökülmektedir. Geçenlerde Haaretz Gazetesi'nde okumuştum. Eski Başbakan Ehud Olmert'in "İsrail Gazze'de savaş suçu işliyor" dediğini okudum. "Bu gerçekten eski başbakan mı?" diye inanamadım. Başlık aynen şuydu: "Israel is committing war crime in Gaza".
Şimdi bütün bunların ortada olması, böyle marjinal bir hükümetin varlığı ve bu hükümetteki bazı bakanların, başta güvenlik bakanı olmak üzere, vaktiyle 'terörist' diye aranan insanlar. İsrail ile Mısır arasında barış anlaşması yapıldığında, o zamanki İsrail Başbakanı Rabin'in ofisine gidip arabasını ele geçirerek "Şimdi arabanı ele geçirdik, yarın da seni ele geçireceğiz" diye meydan okuyan ve daha sonra kendi başbakanlarına suikast düzenleyerek öldüren bu insanlar bugün bu kabinede yer almaktadır. İşin dehşet verici yanı ise şudur: Amerika Birleşik Devletleri ve bazı Avrupa ülkeleri, böyle bir İsrail hükümetini ve onun yaptığı katliamları sonuna kadar desteklemektedir. Bu, inanılmaz ancak gerçek bir durumdur.
Yapılması gereken şudur: İslam ülkelerinin tek tek yeni Amerikan yönetimine yaranmak yerine, krallar, cumhurbaşkanları, emirler ve başbakanlar olarak en üst düzeyde toplu hâlde, çok güçlü bir şekilde Amerika Birleşik Devletleri nezdinde maksimum baskı ve talepte bulunmaları gerekmektedir. Bunun sadece Filistin ve Müslümanlar için değil, aynı zamanda dünya, Amerika, Avrupa ve bütün insanlık için de, mevcut Amerikan yönetimindeki bu grubun (konuşma metninde "Trump" kelimesi anlaşılmamış olup, konuşma tarihindeki Amerikan yönetimine atıfta bulunulmaktadır) bütün dünyayı ateşe sürüklediğini ikna etmeleri ve bununla ilgili her türlü aracı kullanmaları gerekmektedir. Vaktiyle Mescid-i Aksa yakıldığında bu durum bir kez yapılmıştı. Kral Faysal Araplara önderlik etmiş ve bunu yapmışlardı. Bugün de birçok imkân bulunmaktadır. Yoksa açıklamalar ve yürüyüşler bunların hepsi değerli en azından hissiyatı yansıtıyor. Ancak işin açık gerçeğini görüp, bunun en dikkatli ve en güçlü şekilde organize edilmesi gerekmektedir. Çünkü bu, sadece Orta Doğu'nun değil, bütün dünyanın geleceği ve kendi gelecekleri için de hayati önem taşımaktadır. "Amerika First" diyerek yola çıkan adam, bugün dünyayı ateşe sürüklemektedir. Ufak bir grubun peşine düşmüş, onların katliamlarını ve soykırımını desteklemektedir. Ve belki de onların yarattığı bu ateş, Allah korusun, öyle büyüyecek ki, çok daha büyük bölgesel savaşlar, kendilerinin de içine girdiği daha büyük savaşlar ve hiç tanımadığımız, görmediğimiz bir dünyayla karşılaşacağız.
Bu vesileyle tekrar Erbakan Hocamıza Allah'tan rahmet, mekânının cennet olmasını diliyorum. Bu düşüncelerin hepsi sadece Müslümanlar için değil, bütün insanların barış ve huzur içinde güzelce yaşayabilmeleri içindi. Bu geleneği yaşattığı için Sayın Mahmut Arıkan'a da teşekkür ediyor, hepinize tekrar başarılar diliyorum.