Kara Harp Okulu’nu Ziyaretlerinde Yaptıkları Konuşma

08.01.2014
Yazdır Paylaş Yazıları Büyült Yazıları Küçült

Sayın Genelkurmay Başkanı,

Silahlı Kuvvetlerimizin Kıymetli Komutanları,

Değerli Harbiyeliler,

180 yıllık köklü mazisiyle, engin bir tarihi birikim ve tecrübeyi birleştiren Harbiye’de bugün sizlerle beraber olmaktan büyük bir memnuniyet duyuyorum. Bu okul, devletimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk başta olmak üzere, İstiklal Harbi’nin bütün büyük komutanlarını yetiştiren, çok büyük misyonlar üstlenmiş büyük bir okuldur. Bu okul geçmişte nasıl büyük komutanlar, büyük liderler yetiştirdiyse, bundan sonrada aynı misyonu devam ettirecektir. Bu okul sadece subay değil, geleceğin komutanlarını da yetiştirmektedir. Onun için siz Harbiyeliler, donanımlı birer askeri lider olarak yetiştirildiğinizin bilincinde olmalısınız. Bu güzide çatı altında sizlere hitap etmekten büyük bir memnuniyet duyuyorum ve hepinize ayrı ayrı sevgilerimi sunuyorum.

Biraz önce, sizinle buluşmadan önce, yukarıda Harp Okulu’nun Müzesini değerli komutanlarla beraber gezdik. Okulunuzun geçmişini, ihtişamını ve bütün devlet yapımız içerisindeki yerini en iyi şekilde özetleyen bir Müze. Geçmişi bu kadar sağlam ve köklü olan ve geçmişiyle övünebilenler, muhakkak gelecek için de kendilerine çok büyük misyonlar çizerler ve çizmeye de hakları olur. Onun için, Cumhurbaşkanınız olarak, hepinize böyle bir okulun mensubu olmaktan dolayı gurur duyma hakkınız olduğunu söylemek isterim.

Kıymetli Harbiyeliler,

Hepiniz ülkemizin milli güvenliği bakımından son derece önemli görevler üstlenmeye hazırlanıyorsunuz. Bu çok zorlu ama, aynı zamanda onurlu misyonunuzda yararlı olacağına inandığım bazı görüşlerimi ve tavsiyelerimi sizlerle paylaşmak istiyorum. Daha sonra da sizlere söz vereceğim ve sizlerden aklınızdan geçen soruları bana rahatlıkla sormanızı isteyeceğim.

Dış politika ve milli güvenlik politikaları başta olmak üzere, her türlü siyaset, öncelikle stratejik gerçekler dikkate alınarak yürütülür. Stratejik gerçekler yerine temennileri esas alan, konjonktürü vizyonun önüne koyan siyaset daima başarısızlığa mahkumdur. Bu nedenle Türkiye’nin ulusal güvenliğini ve savunma stratejisini belirlerken küresel sistemi, bölgesel dinamikleri, yeni güvenlik konseptini ve Türkiye’nin uluslararası düzendeki konumunu çok iyi değerlendirmek gerekir. Bugün sizlerle bu konulardaki değerlendirmelerimi ve subaylık mesleğinin icrasına yönelik bazı tavsiyelerimi paylaşacağım.

Değerli Komutanlar,

Sevgili Harbiyeliler;

Küresel sistemde ve güç parametrelerinde köklü değişikliklerin yaşandığı bir tarihi süreçten geçiyoruz. Günümüzde küresel güç dengelerine tesir eden devletlerin sayısı giderek artmaktadır. Aynı zamanda devletdışı aktörler ve ulus-altı kimliklerine de dayalı yeni oyuncular ortaya çıkmaktadır. Bu aktörler, ulus-devletleri zayıflatacak şekilde güç ve nüfuza kavuşmaktadır. Gerçek anlamda çok kutuplu bir uluslararası güç dengesi de artık yoktur. Ancak tamamen kutupsuz bir dünya düzeninden söz etmek de mümkün değildir. ABD de dahil olmak üzere, hiçbir güç, küresel sistemi tek başına belirleyecek konumda değildir.

2. Dünya Harbi’nden sonra ortaya çıkan Soğuk Savaş düzeninin iki kutuplu dünyası, ancak yarım asır, neredeyse yarım asır bile olmadan çökmek zorunda kalmıştır. Dünyadaki ekonomik güç merkezi ise Trans-Atlantik dünyadan Asya’ya doğru kaymaktadır. Küresel ekonomi, zaman zaman ciddi krizlerle boğuşmak zorunda kalsa da, kendisini toparlamasını bilmektedir.

Sizler de eminim biliyorsunuzki, 19. Yüzyılda dünyanın üretim merkezi Çin ve Hindistan tarafıydı. Daha sonra Sanayi Devrimi’nin gerçekleşmesiyle İngiltere ve Avrupa ve daha sonra teknoloji ve bilimin öncülüğünde ABD, bugün de sürecek şekilde, dünya üretiminin, teknolojinin ve bilimin merkezi haline geldi. Ama ekonomik merkez, sanki Doğu’ya dönüşü tamamlayacak şekilde Hindistan, Çin tarafına doğru yeniden kaymaya başladı. Ekonomik merkezdeki değişimin kayması, neticede siyasi ağırlık merkezinin de onu takip etmesine yol açacaktır. Dolayısıyla adeta bir “recycling” dediğimiz bir olay yaşanmaktadır.

Özetle ifade etmek gerekirse, tek çekim merkezi bulunmayan küresel bir siyasal sistem ve ağırlık merkezleri çeşitlenen ekonomik ve kültürel bir düzen ortaya çıkmaktadır.

Sevgili Harbiyeliler,

Stratejik kararlar verilirken, Türkiye’nin içinde bulunduğu coğrafyadaki dinamikleri de daima göz önünde bulundurmak gerekir. Parçası olduğumuz geniş coğrafya, çeşitli sorunlar kadar fırsatları da içinde barındırmaktadır. Parçası olduğumuz bu geniş coğrafya, bize riskler ve aynı zamanda avantajlar da sunmaktadır. Yıkıcı iç çatışmalar, donmuş ihtilaflar, terörizm, kitle imha silahlarının yayılması gibi tehlikeler bölgemizin maalesef gerçekleridir.

Yukarı Karabağ’dan Güney Osetya ve Abhazya’ya, PKK’dan El Kaide’ye, kitle imha silahlarının geçmişte kullanıldığı Irak’tan, bu sene kullanıldığı Suriye’ye, İran’ın nükleer programından İsrail-Filistin ihtilafına kadar çeşitli sıkıntıları gözden geçirdiğimizde, aslında Türkiye'nin çevresini ve bölgesini gözden geçiriyoruz demektir. Dünyadaki ihtilaflara ve çatışma potansiyeli taşıyan olaylara haritada baktığımızda, bunların Türkiye’nin çevresinde olduğunu da açıkça görmekteyiz.

Biraz önce de söylediğim gibi, bütün olumsuzlukların yanında, bölgemiz bir taraftan da zengin tabii ve beşeri kaynakları ile çok kadim eski medeniyetlerin kültürlerini de içinde barındıran değerli bir bölgedir. Bu nedenle mevcut sorunların halline yönelik uygun diplomatik ve stratejik yanıtlar geliştirmek ve coğrafyamızın sunduğu potansiyeli kuvveden fiile geçirecek, herkesin refah ve huzurunu gözeten şartları oluşturmak için çalışmak hepimizin boynunun borcudur.

Biraz önce de söylediğim gibi, bugün bölgemizde en önemli güvenlik risklerinin Ortadoğu kaynaklı olduğunu görüyoruz. Ancak aynı Ortadoğu zengin enerji kaynakları ve geniş demografik yapısıyla da büyük fırsatlar içermektedir. Dünya petrol ve gaz rezervlerinin çok büyük bir oranının Ortadoğu bölgesine ait olduğunu düşünürsek ve gelecekteki enerji ihtiyacı dikkate alındığında, bölgenin öneminin ve değerinin daha uzun yıllar, belki elli yıl daha değişmeyeceğini görmekteyiz.

Bu bölgedeki toplumsal ve siyasal değişim süreçlerinin jeopolitik çıkar algılarından kaynaklanan bir krize de girdiğini görüyoruz. Aynı zamanda, bölgede devletlerarası güç dengelerinin de köklü bir değişiklik yaşadığını yine görmekteyiz. Bölgesel nüfuz rekabeti ya fiili çatışmalara dönüşmüştür, ya da bu çatışmaları körüklemektedir. Vekâlet savaşı veya İngilizce ifadesiyle “proxy war” dediğimiz bu olay, bölgemizde artık alenileşmiş vaziyettedir.

Bir diğer önemli dinamik ise, Ortadoğu’da etnik, dini ve mezhepsel temelli kimlik siyasetlerinin öne çıktığı bir dönemin başlamış olmasıdır. Bu da, ulus devletleri yeni sorunlarla karşı karşıya bırakmaktadır ki, bundan etkilenecek ülkelerin birisi de biziz ve bu bakımdan çok dikkatli bir şekilde bu noktayı da takip etmemiz gerekmektedir. Bölgeyi uzun yıllar boyunca etkisi altına alacak bir istikrarsızlık ve çatışma dönemine girdiğimizi görüyorum. Ve istikrarsızlık ve çatışma döneminin, değişik şekillerde ortaya çıkarak uzun bir süre devam edeceğini; bölgede istikrar, güvenlik ve normalleşmenin sağlanmasının çok uzun yıllar alacağını da tahmin ediyorum.

Meseleye Türkiye açısından baktığımızda –ki öyle bakmamız gerekmektedir- böyle bir ortamda “Türkiye ne yapacak, nasıl olacak, hangi tedbirleri, nasıl alacağız” diye baktığımızda, ülkemizin güney kuşağında uzun yıllar boyunca etkisini gösterecek ve milli güvenliğimize olumsuz etkilerini bertaraf etmek için uğraşacağımız çok önemli riskler ve tehditler ortaya çıkmaktadır. Yapmamız gereken, bu büyük resmin bilincinde olarak, bölgesel kazan-kazan formüllerini geliştirmek, ama bir taraftan da, belli bir zaman geçtikten sonra, konumumuzu zayıflatıcı değil, daha güçlendirici noktaya getirecek tedbirleri almak olacaktır. Hiç şüphesiz, bu yöndeki çabalarımız stratejik bir boşlukta veya beyaz bir zemin içinde yürütülemez.

Çok iyimser olmaya, naif olmaya hiç düşemeyiz ve böyle bir durumda olamayız. Zira, geleneksel güvenlik anlayışında da köklü değişikliklerin yaşandığı bir ortamdan geçmekteyiz. Bu kavramın kapsamı şüphesiz genişlemektedir. Eskiden toprakların, sınırların, kritik tesislerin ve altyapının korunmasını hedefleyen klasik güvenlik anlayışı, odağına insanı yerleştiren yeni bir zihniyet içeren bir güvenlik anlayışına dönüşmüş vaziyettedir. Artık konvansiyonel ordular ve silah sistemleri kadar organize suçlar, etnik ve mezhepsel çatışmalar, terörizm, radikalizm, deniz korsanlığı, tabii afetler, yoksulluk, salgın hastalıklar, yasadışı göç, siber saldırılar, iklim değişikliği ve enerji güvenliği gibi birçok konu güvenlik konseptinin içine girmektedir. Ayrıca güvenlik tek bir ülkeyi ve sınırları ilgilendiren bir kavram olmaktan da çıkmıştır. Geçen sene eylül ayında Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’na yaptığım konuşmada, çağımızda barış ve güvenliğe yönelik en büyük tehdit iç çatışmalardan gelmektedir ve gelecektir demiştim. Dolayısıyla gerçek anlamda bölgesel ve küresel barış her bir ülkede meşruiyet temelli düzenlerin teşkilinden geçmektedir.

Sevgili Harbiyeliler,

“Meşruiyet temelli düzen nedir” diye sorduğunuzda, yani bir ülkenin meşru bir şekilde yönetimi nasıl olur dediğinizde, bugünkü çağda ona vereceğiniz cevap “demokrasi”dir. Meşruiyetin temeli bugün demokrasiden geçmektedir. Demokrasi dediğimiz de aslında “milli irade”dir. Bunu biraz daha genişletecek olursak, “demokratik hukuk devletinin kurulmasıdır”, düzeninin bu şekilde olmasıdır. “Demokratik hukuk devleti” dediğimizde de çok partili sistem, adil, serbest, düzgün seçimler ve kuvvetler ayrılığı prensibi çerçevesinde herkesin yetki ve sorumluluklarının belli olması ve bu düzen içerisinde “checks and balances” dediğimiz fren ve denge sistemlerinin olup, bunların bir ahenk içinde yönetilmesidir. Bunun dışındaki rejimler eninde sonunda ya acı çekerek, veyahut da tecrübeli liderlerin inisiyatifinde ön olarak demokrasiye geçecektir. Arap Baharında yaşadığımız da budur, daha önce başka ülkelerde yaşanan budur. Aslında Avrupa, İkinci Dünya Harbi’nde 50 milyon insan öldürüldükten sonra, bakmaya kıyamadığınız şehirleri, binaları yakıp yıktıktan sonra dersini almış, daha önceki otoriter, faşizm ve komünizm gibi rejimlerden vazgeçip demokratik hukuk devletine geçmiştir. Bunun altını özellikle şunun için çizdim ve üzerinde durdum;  istikrarın, güvenliğin ve bölgesel işbirliklerinin altında da bu gerçek vardır. Bu gerçek, sadece bir ülke için de geçerli değildir. Bulunduğunuz bölgede, eğer böyle bir ortam varsa, gerçekleşirse o zaman tehlikeler yok olmaktadır. Bugün Avrupa’da sınırların kalkmasının sebebi budur. Eminim ki, siyasi tarih derslerinizde okuyorsunuz. İngiltere’yle Fransa arasında savaşlar, Avrupa’da Yüzyıl Savaşları vardır; yani yüz yıl devam eden savaşlar vardır. Fransa’yla Almanya arasında milyonlarca insanın ölümüne sebep olan yıkımlar, savaşlar vardır. Ama neticede derslerini aldıkları için, demokratik rejimler kurmuşlar ve sınırların kalktığı, gümrüklerin olmadığı bir düzene geçilmiştir.

Modern güvenlik politikaları dar anlamda sınırların korunmasını değil, sınırların ötesindeki milli menfaatlerin de muhafazasını ve olumsuz gelişmelere mahal vermeden, tehditlerin yerinde bertaraf edilmesini de hedeflemektedir; yani savaş gerekçelerini ortadan kaldırmaya dönüktür. Bunun entegre bir askeri doktrin ve etkin sivil – asker işbirliğini gerektirdiği de aşikardır. Şüphesiz ki, Avrupa için söylediklerim, bugün bölgemiz için geçerli değildir. Bizim çok daha farklı stratejilere, hiç değilse bölgede demokrasinin yaygınlaşmasına kadar, farklı stratejileri izleme zorunluluğumuz ve mecburiyetimiz vardır. Sorunların kaynağında tespiti ve sivil askeri yeteneklerin uyumlu biçimde birleştirilmesi esastır. Barışı koruma ve destekleme misyonlarının temel mülahazası da budur.

Sevgili Harbiyeliler,

Tüm bu dinamikler karşısında, Türkiye’nin uluslararası ve bölgesel konumunu tanımlamak ve bu tanıma uygun bir vizyon geliştirmek durumundayız. Köklü bir devlet geleneğine ve medeniyet mirasına ev sahipliği yapan ülkemizin geleceğini de büyük ufuklarda aramak elbette ki tabii hakkımızdır. Diğer tüm güçlü devletler gibi, bunu yaparken sahip olduğumuz tüm güç unsurlarından uygun bir bileşimle istifade etmek kararlılığında olmalıyız. Bu açıdan öncelikli hususun, Türkiye’nin güç parametrelerinin sağlıklı bir şekilde değerlendirilmesi olduğunu düşünüyorum. Türkiye’nin güç parametreleri dediğimizde de; önce bir ülkenin itibarlı, güçlü ve halkının mutlu ve müreffeh olabilmesi için demokratik hukuk standartlarının yüksek olması gerekir. Bu, Atatürk’ün bize muasır medeniyetler seviyesi olarak işaret ettiği noktadır. İkincisi, güçlü ve sağlam bir ekonominin olması gerekir. Üçüncüsü de, şüphesiz ki güçlü bir ordusunun ve silahlı kuvvetlerinin olması gerekir. Eğer demokratik ve hukuk standartlarının yüksekliğini ve ekonomiyi geniş manada “yumuşak güç” olarak tarif edersek; muhakkak ki bunun çok alt başlıkları vardır; buna “hard power” dediğimiz askeri gücü de koyduğumuzda, işte o zaman bir ülke hem güçlü olur, hem itibarlı olur, hem de halkı mutlu olduğu gibi, etrafına ışık saçan, örnek alınacak bir ülke haline de gelir.

Bütün bu tanımlamalardaki esas hedef, ülkemizi içinde bulunduğumuz geniş coğrafyada stratejik tarihi ve kültürel derinliğine sahip bir merkez ülke yapmak, örnek alınacak bir ülke yapmaktır. Aslında itibarın kaynağı dd budur değerli Harbiyeliler. Bir ülkeye dışarıdan baktığınızda, örnek alınacak başarıları varsa, o zaman itibarlıdır. Yoksa “ben güçlüyüm”, “ben itibarlıyım”, “ben büyüğüm” demekle uluslararası alanda itibar kazanılmaz. Sizin başarılarınızı siz değil, başkaları övünerek anlatacaklar ve sizi örnek alacaklar. Türkiye’nin, bölgesinde böyle bir ülke olma hakkı vardır, sorumluluğu vardır. Bu bölgede, geçmişi bu kadar köklü başka bir ülke yoktur. Hiçbir ülkenin Harp Okulu yoktur ki, övünebileceği böyle bir müzesi olsun. Aynı zamanda, küresel düzende etkin bir aktör konumuna da tabi ki yükselmemiz gerekir. Etkin olabilmek için de, önce kendi özgüveniniz olacak, kendi özgüveninizin olması için de az önce söylediğim gibi demokratik hukuk standartlarınız, gelişen ekonominiz ve güçlü bir ordunuz olacak. Bunlardan birisi olmadığı takdirde, gerek askeri gerek diplomasi alanında olsun, uluslararası arenada etkin olmanız söz konusu olamaz.

Türkiye için bölgesel bir rolden söz edeceksek, bu rol her şeyden önce bölgesel ihtilafların üzerinde bir konumla, barış ve istikrarı tesise çalışan belirleyici bir güç olmaktır. Bir ülkenin güçlü olması, başka bir ülkeye saldırmak, başka bir ülkeye bir şey empoze etmek için değildir. Türkiye’nin biraz önce söylediğim anlamda güçlü olması ve Türkiye’nin örnek alınabilmesi açısından, bölgesindeki itilafların, problemlerin barışçı bir şekilde çözümüne yardımcı olmak önemlidir. Zira, bir bölgede problemler çözüldüğünde güvenlik ve istikrar olacak; güvenlik ve istikrarın olduğu yerde ise ekonomik işbirliği gerçekleşecek, ekonomik işbirliğinin olduğu yerde ise insanlar mutlu olacaktır.

İçinde yaşadığımız bölgenin zenginliklerini şöyle bir düşündüğünüzde, biraz önce söyledim, dünya petrol ve gaz rezervlerinin çok büyük bir kısmı bu bölgededir. Dünya bu bölgeye bağımlıdır, ama bölge kendi kaynaklarını, kendi zenginliklerini, kendi insanının mutluluğu için harcayamıyor. Bu bölgede, halen sefalet, acı ve yoksulluk var. Zenginlik olmasına rağmen, işte bu zenginliğin; bu bölgedeki halkların; Türklerdir, Araplardır, İranlılardır, diğerleridir; bölgedeki herkesin lehine ve mutluluğuna kullanılabilmesi için ihtilafların çözümü, güvenliğin sağlanması ve istikrarın sağlanması gerekmektedir. İşte Türkiye burada önemli bir rol oynayabilecek bir ülkedir ve bu rolü oynamamız çok önemlidir.

Çok önem verdiğim bir diğer husus, tabii ki, Türkiye’nin milli menfaatlerinin korunmasıdır. “Ulusal çıkarlar” diyoruz bugün. “Ulusal çıkar” deyince; çıkar kelimesi biraz negatif anlam taşıyor aslında. “Milletin, devletin, âli, yüksek menfaatleri”nin korunması dediğimizde ise çok asil bir durum ortaya çıkıyor. O açıdan bazen yeni Türkçe kelimelerle ifade ederken, “çıkar” dediğimizde, biraz negatif, çıkarcı, oportünist bir tavır ortaya çıkıyor ki, anlamı elbette bu değil. Bu bağlamda, politikalarımızı geliştirirken uluslararası ve bölgesel güç denklemlerini dikkate alarak realist bir yaklaşım sergilememiz de elzemdir. Nihayetinde dış politikada reel-politik dediğimiz şey çok önemlidir, bunu göz ardı edemezsiniz. Bunu göz ardı ettiğiniz andan itibaren, o zaman biraz önce söylediğim ulusal menfaatlerde problemler ortaya çıkmaya başlar.

Ana hatlarıyla bahsettiğim yeni stratejik iklim ve bölgemizde farklılaşan tehdit algılamaları ışığında, önce içeride istikrarın ve güçlü bir ekonominin sağlanması, sonra aktif bir diplomasi, realist bir savunma stratejisi ve bunun temelini oluşturacak caydırıcı askeri güç Türkiye için bir tercih değil, kesinlikle bir zorunluluktur. Esasen Türkiye bu rolü oynamak için gerekli birikime de sahiptir. Zira, asırlara dayanan köklü bir devlet geleneğine, stratejik zihniyete ve kültür birikimine sahibiz.

Bölgemizdeki sorunlar yumağına baktığınızda, küresel ve bölgesel düzendeki konumumuz ile istikrarın temini açısından, Türkiye’nin caydırıcı bir askeri güç olarak mevcudiyetini sürdürmesinin zarureti kaçınılmazdır. Atalarımızın veciz bir şekilde ifade ettiği üzere ‘Hazır ol cenge istersen sulh-u salah’ ifadesi aslında bugün de geçerliliğini korumaktadır. Eminim ki hocalarınız, komutanlarınız size savaşmayı, yeri geldiğinde gözünüzü kırpmadan vatan millet için canınızı vermeyi öğretiyorlar.  Ama bunu öğretiyorlar ki, sizin böyle hazır olduğunuzu görenler, herhangi bir yanlış yapmasınlar diye. Karşı tarafa yanlış yaptırtmamak, karşı tarafı caydırmak için siz gerektiğinde ölüme hazır hale geliyorsunuz. Gerektiğinde her an savaşacak durumda teyakkuzda oluyoruz. Bu nedenle, Türkiye’nin bölgesindeki olaylara dikkat ettiğimizde, bu teyakkuz halinden hiçbir zaman vazgeçemeyiz.

NATO’nun en büyük 2. ordusuna sahibiz. Yüksek disiplin anlayışı, modern sevk ve idare kabiliyeti, her geçen gün gelişen teknolojik imkanlarla mücehhez muharebe imkanlarına sahip olması, ordumuzu bölgemizdeki en önemli savunma ve caydırma unsuru haline getirmektedir. Caydırıcı bir askeri güç ülkemizin bekası için vazgeçilmezdir.

Ancak askeri gücün stratejik hedeflere ulaşılmasında tek başına yeterli olmadığı da aşikardır.  Askeri gücün sürekliliği, aynı zamanda “Soft Power” ve “Hard Power” sahibi olmaktan geçer. Eğer başta anlattığım gibi, o “Yumuşak Güç” kısmına koyduğum demokrasi, yüksek hukuk standartları, güçlü ekonomi kısmı olmadığı takdirde, askeri gücü sürekli güçlü tutabilmek de açıkçası mümkün değildir. Onun için, bunların hepsi birbirinin tamamlayıcısıdır. Bazı ülkeler var örnek verebilirim; ama benim ağzımdan bazı ülkeleri zikrederek örnek vermek, bazı orduları zikrederek örnek vermek, bu kadar geniş topluluk içerisinde, açık bir toplantıda uygun olmayacağı için somut müşahhas misallere girmiyorum. Ama bunları eminim ki siz zihninizde en güzel şekilde canlandırıyorsunuzdur.

Ülkemizin milli güvenliği ve menfaatlerine yönelik stratejik planlamalarda, ekonomik, sosyal, kültürel ve değerler boyutunda kalpleri ve zihinleri kazanacak yumuşak güç unsurlarını da kullanmak tabii ki de çok önemlidir. Bunu en iyi Afganistan'da yapıyoruz. Afganistan'da, Afgan Halkının gönlünü ve kalbini kazanacak çalışmalara, askeri çalışmalar kadar önem veriyoruz. Onun için -değerli komutanlar ve gurur duyduğumuz askerlerimiz burada- ay yıldızlı amblemleriyle Afgan sokaklarında rahatlıkla gezebilmektedirler. Başkaları daha güçlü, daha büyük silahlara sahip olsalar da, ancak zırhlı arabaların içinde çıkabilmektedirler. Bu, Türk askerinin orada başkasına verdiği değeri göstermesinden ve insanları insan gibi görüp, onların kalbini ve gönlünü kazanma çalışmalarından kaynaklanmaktadır.

Türkiye içinde bulunduğu bu zorlu coğrafyada, demokrasi, hukukun üstünlüğü, özgürlükler ve insan hakları alanında gerçekleştirdiği atılımlarla çok önemli bir güç oluşturmuştur. Bunu güçlü ekonomik performansı ve tarihi ve kültürel birikimiyle de daha etkin hale getirmektedir. Bütün bunlar ülkemizin güçlü ve caydırıcı niteliğini çarpan etkisiyle çoğaltan tamamlayıcı güç unsuru haline gelmektedir. 2012 yılında Harp Akademileri Konferansı'nda yaptığım konuşmada -Kara Harp Okulu'na ilk defa geliyorum, ama Harp Akademileri'nde birkaç kez gittiğimde orada konuşmalar yaptım- Türkiye için temel hedefin güvenliğin sadece askeri ve siyasi boyutuna değil, adalet ve beşeri değerler boyutlarına da önem veren “erdemli güç” olması gerektiğine dikkatini çektim. Yoksa kaba kuvvet değil bizim gücümüz, kaba kuvvetle öğünmek değil. Erdemli bir güçle övünmek, gerektiğinde haksızın hakkını koruyabilmek, ezilmişin ezilmişliğine son verdirmek, bir yerde işgal altında, zulüm altındaki insanları kurtarabilmek, bunu yaparken de başka insanların kimliğine, dinine, kültürüne, farklılığına, rengine, bunlara saygı gösterebilmek, işte “erdemli güç” o zaman oluyor. Yoksa, yine siyasi tarihte okuduğunuz ve emperyalizm olarak da farklı boyutlara giden farklı anlamlar ve farklı tavırlar çıkar ki, onları sürdürmek mümkün değil, muhakkak ki onlara reaksiyonlar olur ve günü geldiğinde onlardan intikam alınır. Kendisi kadar başkalarının huzur, emniyet, mutluluk ve haysiyetini de gözeten çatışma ve dayatmayı değil, uzlaşma ve işbirliğini esas alan bu “erdemli güç” tanımı, kanaatimce kapsamı genişleyen yeni güvenlik konseptini de en iyi şekilde yansıtmaktadır. Stratejik planlamalarımızı, güvenliği yaymayı ve yaygınlaştırmayı öngören bu yaklaşım temelinde sürdürdüğümüz takdirde, ülkemizin her alanda tahkim ettiği milli güç unsurlarının kendimizin ve insanlığın yararına en optimum şekilde kullanmış olacağına da inanıyorum.

Kıymetli Harbiyeliler,

Konuşmamın başında belirttiğim üzere, Harbiye'den sadece subay olarak değil aynı zamanda birer askeri lider adayı ve geleceğin komutanları olarak mezun olacaksınız. Şimdiye kadar çerçevesini çizdiğim Türkiye vizyonunun hayata geçirilmesinde sizlere de çok görev düşecektir. Bugün nasıl değerli komutanlarınız çok büyük sorumluluk duygusu içerisinde üstlerine düşeni en iyi şekilde yapıyorlarsa, günü geldiğinde sizler de aynısını yapacaksınız. Bu itibarla, askerlik ve subaylığın yanı sıra, bütün temel disiplinleri en iyi şekilde öğrenmelisiniz. Çağımızda hiçbir şey geleceğin liderlerini yetiştirmekten daha önemli değildir. Sizlerle buluşmadan önce komutanlarınız, okulun müfredatı ve sizlerin nasıl eğitildiğinizle ilgili bilgiler verdiler ve bazı sınıfları gezdim. Memnuniyetle gördüm ve takip ediyorum ki, farklı disiplinlere açıksınız ve disiplinler arası geçişlere müsait olan bir eğitim sistemi içindesiniz. Bunu şunun için özellikle söylüyorum, sizleri yeri geldiğinde çok stratejik kararlar alacaksınız. Bu kararları alırken sizler dar bir bakış açısıyla ve sadece size derslerde verilen bilgilerle hareket etmemelisiniz.

Önce kendinizi geleceğin liderleri olarak güçlü bir şekilde yetiştirmelisiniz. Size en iyi imkânlar bu okulda sunuluyor. Bunları muhakkak en iyi şekilde, adeta sömürürcesine almalısınız. Ama bu da yetmez. Esas tavsiyem burada başlayacak size. Bunlara ilave olarak muhakkak, çok boyutlu, çok çeşitli okuyun, tarihi mutlaka en iyi şekilde öğrenin. Sadece kendi tarihimizi değil, dünya tarihini çok iyi şekilde öğrenin, felsefe, sosyoloji, din, bunları muhakkak bilin. Bunlar, sizin ufkunuzu ve kişiliğinizi çok geliştirecektir. Dünyaya bakışınızı çok farklı hale getirecektir. Unutmayın ki, biz dünyada sadece Türkiye'den ve Türklerden ibaret değiliz. Dünyada çok farklı kültürler ve ırklar, çok farklı medeniyetler ve anlayışlar var. Ve sizin önemli görevler yaptığınız dönemde, dünya çok daha bütünleşmiş olacak ve sınırlar çok daha anlamsız hale gelecek. İşte o zaman, siz sadece kendi evinizdeki insanlarla karşı karşıya olmayacaksınız. Siz dünyanın her tarafında; Afrika'dan Amerika'ya kadar, Doğu'dan Batı'ya kadar, herkesle muhatap olacaksınız. Oralarda kuvvetli şahsiyet olarak, bir Türk subayı olarak, her şeyi bilen, özgüveni sağlam, bilgisi mükemmel insanlar olabilmeniz için, kendinizi şimdiden iyi yetiştirmeniz lazım. Bu yıllar dağarcığınıza ne koyarsanız, onu koyarsınız. Ben şimdi kendime baktığımda, açıkçası en temel bilgi birikimimin üniversite, hatta lise yıllarına ait olduğunu görüyorum. Ondan sonraki hayat sizi o kadar çok meşgul edecek ki, belki bu çağda okumanız gereken kitabı, romanı, şiiri okuyamayacaksınız, ilerde ezberleyemeyeceksiniz. İleride okumaya kalksanız, ayıp olacak; yani 20 yaşında okunacak kitabı eğer birisi 50 yaşında okumaya kalkarsa, o ayrı bir ayıp olur doğrusu. Onun için kendinizi yetiştirirken çok donanımlı olmaya ve hazır olmaya çok önem vermeniz gerekir.

Aslında size vakit bırakıp söz vereceğim dedim. Söyleyeceğim çok şey var, ama burada kesmek istiyorum. Şunu da unutmayın, siz nihayetinde askersiniz. Günü geldiğinde -inşallah olmaz- her an ölebilecek gibi, her an cephede ölebilecek gibi hazır olmanız gerekir. Onun için, komutanlarınız, hocalarınız size diğer derslerin yanında, şüphesiz ki askerlikle ilgili kuralları en iyi şekilde öğretiyorlardır, anlatıyorlardır. Ama sadece askerlerin değil siyasetçilerin, devlet adamlarının da başucunda olması gereken kitaplardan birisi, Sun Tzu'nun kitabıdır. Biliyorsunuz, Tzu, savaş stratejilerini en güzel veciz bir şekilde ortaya koyan meşhur Çinlidir. Kitabı, bugün sadece sizin için değil, siyasetle uğraşan, devlet işleriyle uğraşan, hatta belki büyük şirketlerin CEO'ları için bile başucu kitaplardan birisidir. Onun askerler için söylediği şu söz muhakkak ki çok önemli: “Askerlerinizi evlatlarınız gibi görürseniz, en karanlık vadilerde dahi sizi takip ettiklerine şahit olacaksınız. Onlara kendi kardeşleriniz gibi davranırsanız, sizinle ölüme bile seve seve gittiklerini göreceksiniz.” Sizler mezun olduktan sonra, astlarınıza komutanlık edeceksiniz. Astlarınıza komutanlık ederken, maiyetinizdeki personelinize komutanlık ederken, bu düsturu unutmayın. Türk milleti askerini nasıl görür, bu malum, bununla ilgili size misaller anlatacak değilim, tereciye tere satacak değilim. Bu üniforma içinde ne kadar gurur duysanız azdır. Annelerin çocuklarını eskiden beşikte “paşa oğlum” diye sallaması boşa değildir, daha birçok örnek var. Dolayısıyla, milletimizin askerini, ordusunu, silahlı kuvvetlerini nasıl göz bebeği gibi görmesi, onu nasıl el üstünde tuttuğu gerçekse; aynı şekilde sizlere emanet edilenler -bu er olur, subay olur, astsubay olur- maiyetinizde kim olursa olsun, onlara da bu şefkat ve bu sahiplik duygusuyla sahip çıkmanız, muhakkak ki sizin başarınıza en büyük katkıyı sağlayacaktır. Unutmayın ki, tek başına başarılı olamazsınız. Eğer çevrenizin potansiyelini, kendi potansiyelinize ekleyecek bir davranış, bir liderlik gösterirseniz, işte o zaman, o sinerjiyi yakalar, o büyük organizasyonu gerçekleştirirsiniz ve o zaman gerçek lider olursunuz ve gerçek başarılara koşarsınız. Siviller için geçerli olan bu kurallar, askerler için misliyle geçerlidir.

Size başarılar diliyorum. Sizin başarılarınız, hepimizin gurur duyduğu başarılar olacaktır. Çünkü sizin başarılarınız, bir şirketin başarısı olmayacaktır ki, kar eden şirketin sadece ortakları sevinsin veyahut sizin başarınız bir okuldaki başarı olmayacaktır ki, işte sadece okulun mensupları bununla övünsün. Siz görev aldığınızda sizin başarısızlığınız bir milletin başarısızlığı, bir ülkenin başarısızlığı olacaktır, Allah korusun. Yine tarihten çok iyi biliriz ki, nasıl bir nal bir atı, nasıl bir at bir komutanı, nasıl bir komutan da nasıl bir orduyla milleti -Allah korusun- bir felakete götürür, bunun tersini yapmak da yine sizin elinizde olacaktır. Onun için sizler sıfır hatayla yetişmelisiniz. Gerçekten göz bebeği gibi baktığımız subaylarımıza her türlü imkânı vermekte ülkemiz. Devletimiz, hükümetlerimiz ellerinden gelen her şeyi yapmıştır ve yapmaya devam edecektir. Ama sizler de muhakkak ki, sizden beklenenleri en iyi yerine getireceksiniz. Bu, sizin azminiz, kararlılığınız ve sebatınızla mümkün olacaktır. Başında söylediğim gibi, bu okuldan çok büyük komutanlar, devlet adamları çıkmıştır. İnanıyorum ki, sizin aranızdan da aynı şekilde, günü geldiğinde, çok büyük liderler, çok büyük komutanlar çıkacaktır ve bununla gurur duyuyorum. Sizleri yetiştiren hocalarınıza, başta Genelkurmay Başkanımız olmak üzere, komutanlarınıza, hepsine teşekkür ediyorum. Burası Kara Harp Okulu olduğuna göre Kara Kuvvetleri Komutanına, Kara Harp Okulu Komutanına ve maiyetindeki değerli üst rütbeli komutanlara, hocalara, okulun yöneticilerine, komutanlarına hepsine teşekkür ediyorum ve hepinize başarılar diliyorum.

Yolunuz açık olsun.

Cumhurbaşkanı Gül: Şimdi söz sırası sizde, buyurun bakalım, benim bir huyum vardır, onu söyleyeyim, birçok yerde yaptığım konuşmalarda, yurtiçinde ve yurt dışında, hiç ambargo koymadan istediğiniz soruyu sorun derim. Eğer sorular iyi olursa, ben de ona göre iyi cevaplar veririm. Yani takip edenler de öyle söylerler. Onun için buyurun, nasıl bir düzen aldık, nasıl olacak sorular, mikrofon mu dolaşacak? Buyurun bakalım.

Soru: Sayın Cumhurbaşkanım bugüne kadar okuduğunuz kitaplar içinde en beğendiğiniz kitaplar hangileridir? Arz ederim.

Cumhurbaşkanı Gül: Şimdi şöyle söyleyeyim, okuduğum kitaplar içinde size bir kitap söylemeyeyim ben, okuduğum kitaplar içerisinde gerçekten edebiyat alanında çok beğendiğim romanlar vardır. Rus klasiklerini okumuşumdur. İkincisi tabi, bugünlerde okuduğum dünya siyaseti ile ilgili kitaplar vardır. Bunların içerisinde son okuduğumu belki size söyleyebilirim. Son okuduğum kitap, geçenlerde Cumhurbaşkanlığı Kültür Yayınları çerçevesinde de ödül verdiğimiz, Daron Acemoğlu’nun ‘’Milletler Niye Çöker’’ diye bir kitabı var. Türkçeye de herhalde tercüme edildi bugünlerde. Onu, en son okuduğum kitap olarak söyleyeyim. Ama ekonomiyle ilgili, biraz kendi akademik kökenim de öyle olduğu için ona önem veririm, devlet idaresinde ekonominin temel olduğuna doğrusu inanırım. Eğer bugün Türk ekonomisi güçlü olmasa, ne ben, ne Sayın Başbakan, ne Sayın Dışişleri Bakanı, ne Sayın Genelkurmay Başkanı Türkiye dışına gittiğimizde başımız dik dolaşabiliriz açıkçası. Bu bakımdan benim devlet hayatımda da önceliğim ekonomidir ve onun için de çok sık önemli gördüğüm iç ve dış raporları okurum. Size, askerler olarak, belki bir kitabı çok tavsiye edeceğim. Amerika Birleşik Devletleri Dışişleri eski Bakanı ve aynı zamanda Genelkurmay Başkanı Colin Powell’ın bir kitabı. Yani size de uygun olacağını düşündüğüm, beğendiğim bir kitap; iki sene önce yayınlandı bildiğim kadarıyla, Türkçeye tercümesi oldu mu onu bilmiyorum. ‘It Worked For Me’ başlıklı, hepinize özellikle tavsiye ederim, bu kitabı okumanızı. Kendisi de bir asker, çok kritik şeyleri göreceksiniz. Evet, senin sorun çok kolaydı. Ama faydalı bir soru oldu, hiç değilse bazı şeyleri önerebildim size. Başka? Buyurun...

Soru: Sayın Cumhurbaşkanım, geleceğin Türkiyesinin uluslararası platformlarda daha çok ve daha önemli roller alacağı öngörülüyor, bu kapsamda ülkemizin savunma ve güvenlik ihtiyaçlarını karşılamak için genç bir subay adayı olarak ne yapmamızı tavsiye edersiniz? Arz ederim.

Cumhurbaşkanı Gül:: Şimdi biraz önceki konuşmamda da söyledim, ‘geleceğin liderlerini, komutanlarını yetiştirmekten daha önemli bir öncelik olamaz’ dedim konuşmamda. Aslında bu vesileyle değinmek isterim, Harp Okulu’nda da, Kara Kuvvetleri Komutanlığı Akademisi’nde de söylemiştim, Türkiye’nin köklü bir savunma reformuna ihtiyacı olduğunu ve memnuniyetle görüyorum ki, bu yönde başta Genelkurmay Başkanlığımız olmak üzere, çok köklü bir çalışma var. Benim de Cumhurbaşkanlığı’nda kurduğum ayrı bir komite var, ama Harp Okulları’nda bu istikamette konuşmamı yaptıktan sonra, bu çalışmalar daha da hızlandı. Türkiye’nin 2033 vizyonu çerçevesinde ‘Türk ordusu o zaman nasıl olacak, savunma nasıl olacak’ şeklinde yapılan çalışmalarda dikkat ettiğim konulardan birisi -şimdi sizin sorunuza buradan bağlantı kurmaya çalışıyorum- geleceğin komutanlarının nasıl yetiştirilmesi gerektiğiyle de ilgili önemli bir bahis var. Şimdi burada size tavsiyem şu, bu iki yönlü bir şey; bir, sizi hazırlayanların yapacağı; iki, sizin kendinize düşen, sizi hazırlayanların yapacağı.  Okulların müfredatı, size sunulan imkanlar, on, yirmi, otuz, kırk yıl sonrasının savaş şartlarını, mücadele şartlarını, o gün ortaya çıkacak problemleri, kavgaları düşünerek senaryolar kurmak, onları düşünerek programlar geliştirmek ve sizi onlarla başa çıkacak şekilde mücehhez kılacak dersleri, imkanları  sunmak. Ama ikincisi de size düşen görev, biraz önce söyledim, kendinizi en iyi şekilde hazırlamanız. Yoksa imkanlar sunulur, ama siz onu tam kapasitede, yüzde yüz almazsanız, o zaman siz üstünüze düşeni yapmamış olur ve kendinizi geleceğe hazırlamamış olursunuz. Sizin, sadece size sunulanlarla yetinmeyip, onun dışında da kendinizi geliştirmeniz gerekir. O açıdan, geleceğin ortaya çıkartacağı güvenlik sorunlarına karşı bir komutan olarak kendinizi iyi hazırlayabilmeniz için çok bütüncül, kapsamlı karar verme aşamalarından geçebilecek şekilde kendinizi donatmanız gerekiyor. Önemli, stratejik kararları verirken ayaküstü vermeyecek, stratejik kararları verirken doğru analiz yapacak ve onu sadece dar bir bilgi ile değil, çok geniş bir anlayışla, bir sağduyu ‘common sense’ dediğimiz böyle güçlü bir duyguyla, bilgiyle karar verebilecek hale gelmeniz gerekir. Bu konuda, hem sizi hazırlayanlara düşen görevler var, hem de size düşen görevler var. Ama size düşen görevlerin daha çok olduğuna inanıyorum. Çünkü size yeteri kadar bilgi sunulmasa bile, bugün dünyada bilgiler herkese açık. Öyle ki, en güvenlikli konularla ilgili bilgiler dahi herkese açık. Sınıfınıza gittiğinizde veya yatağınıza çekildiğinizde, masanızın başınıza gittiğinizde, elinizdeki bilgisayardan internet üzerinde dünyanın her türlü kütüphanesine, Amerikan Harp Okullarına da, İngiliz Harp Kolejlerine de, hepsinin kütüphanelerine girebilecek ve kendinizi yetiştirebilecek durumdasınız.

Ordasınız, buyurun.

Soru: Sayın Cumhurbaşkanım savunma ve güvenlik dünyasında akıllı güç, yumuşak güç, sert güç gibi değişik güç tanımlamaları yapılmaktadır. Sizin bu kavramlara erdemli gücü ilave ettiğiniz biliyoruz. Erdemli güç kavramını biraz daha açar mısınız? Arz ederim.

Cumhurbaşkanı Gül:: Şöyle, benim erdemli güç dediğim, aslında bunların belki hepsinin toplamı ve gücün iyi bir şekilde kullanılmasıyla ilgili. Güç tek başına bir şey ifade etmez açıkçası. Hitler de güçlüydü, Stalin de güçlüydü, mağlup olmadan önce. Yüz binlerce tankı yürütüyorlardı, yüz binlerce orduyu yönetiyorlardı, ama orada yüz binlerce insan kırılırken, yine sağa sola bağırarak talimatlar veriyorlardı, emirler veriyorlardı. Yani, gücün -güç ne için kullanılıyor bu çok önemli- erdemli olması  önemlidir. Erdemli bir güce sahiplik, onurlu olur ve süreklilik taşır açıkçası. Gücün erdemli hale gelmesi için de, şüphesiz ki, bir taraftan sizin çok sert gücünüz olacak, çok donanımlı, her türlü en modern cihazlarla donanımlı, en iyi şekilde eğitimli askeri personel ve teçhizatınız olacak, ama aynı zamanda buna sahipken, siz yeri geldiğinde insanların kalbini, gönlünü kazanacaksınız. Biz onu diplomaside -biliyorsunuz her ne kadar kariyer diplomatı olmasam da uzun süre, 5 seneye yakın hariciyenin başında oldum onun için onlardan öğrendiğim çok şey vardır- insanların ‘hearts and minds’ını kazanmak, yani gönlünü ve kalbini kazanmak diye tarif ederiz. Elinde en güçlü silahı olan bir insanın, yeri geldiğinde, en yumuşak bir insan gibi karşısındakine saygı duyması, karşısındakine yeri geldiğinde hürmet etmesi, yeri geldiğinde karşısındakinin önünde eğilip selam vermesi, onun kalbini ve gönlünü kazanmaktır. Silahla kazanamadığını kalbini, gönlünü kazanarak elde edersin. Müttefiklerimiz Afganistan’a gittiklerinde, öyle oldu ki, ilk yaptıkları iş, hapishaneler kurmak zorunda kaldılar oralarda. Gittiğiniz bir yerde, işe eğer önce hapishane yaparak başlarsanız, siz o halkın gönlünü ve kalbini kazanamazsınız.

Afganistan’da harcanan para -silah ve askeri güç olarak milyonlarca dolar- eğer onun dörtte biri değil, onda biri halkın gönlünü ve kalbini kazanmak için harcansaydı, belki çok daha farklı mesafeler, çok daha kalıcı başlarılar elde edilirdi. İşte burada erdemli güç dediğim şeye, bu anlamda bakmanız gerekir. Gücün zayıflığı değil; en güçlü, herkesten daha üstün güç elinizdeyken davranışınız eğer erdemli olabiliyorsa, işte o zaman erdemli güç olursunuz ve o zaman silahla alamayacağınız neticeyi siz bu davranışınızla alırsınız. Nihayetinde atalarımızın baktığınızda uzun yıllar çok büyük coğrafyayı, barış ve huzur içerisinde yönetebilmelerinin altındaki esas gerçek de erdemli güçtür. Osmanlı devletinin gittiği yerlerde insanları asimile etmeme, insanların farklı dil, din kimliklerine, bunlara saygı göstermesidir ki, uzun yıllar oralarda güç kullanmadan kalmalarını sağlamıştır. Bugün hala bazı coğrafyalarda atalarımıza, Osmanlıya olan hayranlık varsa, onun sebebi budur. Hangi Mağrip ülkesine giderseniz gidin, bunu görürsünüz. Sizler Türk subayları olarak dünyayı dolaşacaksınız, denizciler gemileriyle dolaşacak, sizler de çeşitli görevlerle gideceksiniz. Yeri gelecek, barışı korumak için belki gideceksiniz, barışı yapmak için gideceksiniz, bilmiyorum ama gittiğinizde göreceksiniz. Bunu diplomatlar görürler, büyükelçiler çok iyi bilirler gittikleri yerde. Tarih bazılarına yük getirir, bazılarına da onur gurur getirir. Bizim tarihimiz bize gurur ve onur getirmektedir. Niye? O zaman erdemli davrandıkları için. Bugün aslında modern dünyanın geldiği nokta da odur. Avrupa Konseyi vardır, bilirsiniz, bütün Avrupa ülkelerinin bir araya geldiği ve demokrasi ve hukukun beşiği olan bir de parlamentosu vardır. Bütün ilkelerine bakarsanız, bir zamanlar bizim başka terminolojilerle gerçekleştirdiğimiz ilkelerdir. Ama onun için emperyalist bir davranış tarzımız olmadı bizim. Gittiğimiz yerlerin kültürünü, gittiğimiz yerlerin ırkını, gittiğimiz yerlerin dilini değiştirecek davranışlarımız olmadı bizim. Hindistan’a gidip de Hindistan’ı, mağrip ülkelerine gidip de mağrip ülkelerini değiştirenlerin oralarda hiçbir zaman moral üstünlükleri yoktur aslında.  Ama bizim her yerde moral üstünlüğümüz vardır. O açıdan, mesele bu gücün erdemli bir şekilde kullanılması ile ilgilidir.

Evet. Teşekkür ederim, tekrar hepinize başarılar diliyorum. Sağ olun.

Yazdır Paylaş Yukarı