Pugwash Konferansı'nda Yaptıkları Konuşma

01.11.2013
Yazdır Paylaş Yazıları Büyült Yazıları Küçült

Değerli Misafirler,

Dışişleri Bakanları

Hanımefendiler,

Beyefendiler,

Kıymetli Misafirler

Öncelikle hepinize hoşgeldiniz diyorum. Hayırlı sabahlar diliyorum. “Diyalog, Silahsızlanma, Bölgesel ve Küresel Güvenlik” temasıyla bu yıl İstanbul’da 60’ıncısı düzenlenen Pugwash Konferansı vesilesiyle böylesine seçkin bir dinleyici kitlesine hitap etmekten, bir uzmanlar heyetine hitap etmekten büyük bir memnuniyet duyuyorum.

Dünyanın çeşitli köşelerinden buraya gelen siz değerli misafirlerimize hoş geldiniz diyor, bu önemli etkinlik için İstanbul’u tercih eden Pugwash Düzenleme Komitesine teşekkür ediyorum.

Ülkemizin bu etkinliğe evsahipliği yapmasında gösterdiği değerli çabalar için Dışişleri Bakanlığı-Stratejik Araştırmalar Merkezi’ni tebrik ediyorum.

Başta nükleer silahlar olmak üzere, kitle imha silahlarının sınırlandırılmasına yönelik çalışmalarıyla, 1995 yılında Nobel Barış Ödülü’ne layık görülen Pugwash, bugün de silahsızlanma konularında önemli bir platform teşkil etmektedir.

Türkiye, silahsızlanma ve kitle imha silahlarının yayılmasının önlenmesi bakımından kritik bir coğrafya olan Afro-Avrasya ekseninin merkezinde yer almaktadır.

Ayrıca, Türkiye silahların kontrolü, silahsızlanma ve yayılmanın önlenmesi konularında aktif katkı yapan, bu alandaki tüm temel uluslararası belgelere ve ihracat kontrol düzenlemelerine taraf olan bir ülkedir. Bu bağlamda, ülkemizin “Pugwash Konferansı”na ev sahipliği yapmasının anlamlı olduğu kanısındayım.

Bugün aramızda farklı ihtisas, birikim ve donanıma sahip bilim insanları, siyasetçiler, değerli dışişleri bakanları, devlet adamları ve herbiri alanlarında uzman şahsiyetlerin bulunması bu toplantıyı gerçekten anlamlı kılmaktadır.

Bu çeşitliliğin, bugünkü konferansın temasını teşkil eden bölgesel ve uluslararası meselelere ilişkin olarak, ortak aklın ürünü, özgün analiz ve sonuç odaklı değerlendirmelere ulaşılmasını sağlayacağına samimiyetle temenni ediyorum.

 

Değerli Misafirler,

Bilim ve teknoloji alanında atılan dev adımlar sayesinde insanoğlu, 20. yüzyıla büyük ümit ve beklentilerle girmişti.

Maalesef geçtiğimiz yüzyılın ilk yarısı insanlık tarihinin en kanlı savaşlarına sahne oldu. Milyonlarca insanın hayatına mal olan iki dünya savaşıyla, tüm iyimser beklentiler büyük ölçüde boşa çıktı.

İşte bu acı tecrübe ve 1914-1945 yılları arasında yaşanan trajedilerden çıkarılan derslerle, 20. yüzyılın yarısında yeni bir küresel siyasi, ekonomik ve güvenlik mimarisi inşa edildi. İstendi ki aynı acılar ve krizler bir daha yaşanmasın.

Birleşmiş Milletler Şartı’nda ifadesini bulan tüm ideal ve hedefler, esasında istikrarlı bir dünya düzeni için birlikte çalışma zaruretinin nihayet idrak edilmesinin sonucuydu.

Bunda bir ölçüde başarılı da olundu. Neticede 20. yüzyılın ikinci yarısında büyük çaplı savaş ve çatışmalar yaşanmadı. Hatta devletlerarası çatışmaların sayısında bile azalma oldu. Elbette bunda işbirliği ve küresel ortaklık temelinde kurulan yeni küresel mimari önemli rol oynadı.

Bununla birlikte, Soğuk Savaş’ta nükleer silahların gölgesinde oluşan “dehşet dengesi” uluslararası camianın en gerilimli dönemlerinden biri olmuştu.

İşte bu dehşet dengesinin parametrelerinin daha yeni şekillendiği 1955 yılında, Albert Einstein ve Bertrand Russell gibi dehaların öncülüğündeki sekiz bilim adamı bir bildiri yayınladılar.

Nükleer silahların insanoğluna ne denli büyük bir tehdit oluşturduğuna çok erken bir aşamada dikkat çekmeye çalıştılar.

“Russell-Einstein Manifestosu” olarak bilinen bu metin, esasında Kanada’da küçük bir kasaba olan Pugwash’ta 1957 yılında bir konferanslar dizisinin başlamasına vesile oldu.

Günümüzde silahsızlanma alanında dünyanın öndegelen platformlarından biri haline gelen ve bugün burada biraraya gelmemizi sağlayan “Pugwash Konferansları” işte böyle bir zihniyetin ürünüdür.

 

Değerli Misafirler,

Benim de mensubu olduğum kuşak ki, burada bulunanların çoğu hemen hemen daha gençleri düşünmezsek aynı kuşakta sayılırız, devasa ilerlemeler kadar, büyük yıkım ve acıların yaşandığı 20. yüzyılda yetişti.

I. Dünya Savaşı’nda yaşanan trajedileri dedelerimizden dinleyerek büyüdük birçoğumuz. Burada savaşa katılan ülkelerin mensupları var.

Şahsen II. Dünya Savaşı’nın hemen sonrasında kurulan yeni düzende ve Soğuk Savaş ortamında dünyaya geldim. Benim gibi buradakilerin bir kısmı da.

Soğuk Savaş’ın zirve noktasına ulaştığı yıllarda üniversitede öğrenciydim. Soğuk Savaş sona erdiğinde ise yeni bir siyasetçi olarak Türkiye’de önemli sorumluluklar üstlenmeye başladım.

Benim şahidi olduğum zaman diliminde belki dünya savaşı ölçeğinde bir çatışmayı tekrar yaşamadık.

Ama dehşet dengesinin oluşturduğu baskıları tüm canlılığıyla tecrübe ettik. Kitle imha silahlarının ağır insani ve maddi bedelinin her zaman farkındaydık.

Zira, Hiroshima ve Nagasaki’de kullanılan atom bombalarının sivil halk üzerindeki yıkıcı etkileri, hafızalarımızda çok derin etkiler bırakmıştı. O yüzden gençlik yıllarımızdan itibaren, bu silahların tedavülden kaldırılmasını hep savunduk.

Kuruluşunun hemen ardından, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun 24 Ocak 1946 tarihli ilk kararı da esasen nükleer silahların ortadan kaldırılması için kurulan bir komisyon olmuştur. Ancak Soğuk Savaş’ın getirdiği ideolojik kutuplaşma ve silahlanma yarışı, bu hedefe ulaşılmasını mümkün kılmamıştır. Komisyonun kurulması yönünde karar alındı ama demin söylediğim dehşet dengesi buna çok fırsat vermedi.

İki kutuplu dünya düzeninin sona ermesiyle birlikte, kitle imha silahlarının yok edilmesine dair beklentiler ve ümitler iyice arttı.

Nükleer silahlara ve diğer kitle imha silahlarına ihtiyaç kalmadığı düşüncesiyle bir dizi konferanslar yapıldı ve çeşitli makaleler yayınlandı.

START-I ve START-II ile balistik nükleer silahların imhası; NPT ile de yayılmanın önlenmesi alanında hayli iyimser bir ortam ortaya çıktı.

Bununla birlikte, bu olumlu beklentiler maalesef gerçekleşmedi. Kitle imha silahlarından uzak yeni bir küresel güvenlik mimarisi oluşturmakta dünya başarılı olamadı.

Soğuk Savaş’tan miras kalan birçok donmuş ihtilafla birlikte, kitle imha silahları da küreselleşen dünyamızın sorunlar listesinde yeralmaya devam etti ve en önemli konularından birisi oldu.

Başta nükleer silahlar olmak üzere, kitle imha silahları güvenlik doktrinlerinde maalesef günümüzde de önemli yer tutmaya devam etmektedir.

Bunun yanısıra, kitle imha silahlarının yayılmasıyla ilgili endişeler giderek artmaktadır. Güvenlik riski fazla ülkeler kadar, devlet dışı aktörlerin de bu silahlara erişmesi ciddi bir tehlike olarak karşımızda apaçık durmaktadır.

Artık kitle imha silahlarının yayılması ile iç çatışmalar iç içe geçmiş vaziyette, uluslararası barış ve güvenliğe yönelik en ciddi tehdidi oluşturmaktadır.

 

Değerli Katılımcılar,

Meseleye devletler açısından yaklaşıldığında, günümüzde kitle imha silahlarına sahip olmaya iten temel faktörün güvensizlik hissi olduğu görülmektedir.

Öngörülebilirliğin giderek azaldığı yeni stratejik tehdit ortamında, bazı ülkeler nükleer silahlardan medet ummaktadır. Ülkelerin tek başlarına gelişmeleri yönlendirme kapasitelerinin önemli ölçüde sınırlandığı bir jeopolitik iklimde, bu tür silahların, uluslararası ve bölgesel dengelerde avantaj sağlayacağı hesaplanmaktadır.

Kimyasal, biyolojik ve radyolojik silahlarda ise temel mesele, modern silah teknolojilerine erişimdeki eşitsizliği telafi etmektir.

İleri teknoloji ürünü pahalı harp gereçleri bakımından rekabet edemeyeceğine kanaat getiren bazı ülkeler, daha ucuz ve teknolojiye erişim imkanı daha kolay olan bu silahlara yönelmektedirler.

Bu noktada açıkçası hepimizi çok samimi düşünmesini ve bir çelişkiye de dikkatinizi çekmek istiyorum: Bir yandan, başta nükleer silahlar olmak üzere, ölümcül kapasiteleri çok yüksek sofistike silahlara sahip olmak meşru görülürken; diğer yandan, bazı ülkelerin ucuz ve kolay olduğu için temin etmeye çalıştıkları kimyasal, biyolojik veya radyolojik silahların gayrı-meşru görülmesi özünde bir çelişki teşkil etmektedir.

Bu nedenle, nükleer dahil, kitle imha silahlarıyla ilgili meseleye ilkeli yaklaşmak ve bu beladan topyekûn kurtulmamız elzemdir.

Kitle imha silahları meselesinden, güçlü ülkeler için fiiliyatta ayrı, zayıf ülkeler için ayrı kriterleri uygulayarak kurtulamayız. İşte o zaman demin söylediğim çelişki yaşanır ve söylediğim yollara başvurulmaya başlanır.

Şu hususun en baştan kabul edilmesi gerekir: Kitle imha silahlarını bir şekilde meşru gösteren tüm hesaplama ve değerlendirmeler eksik ve hatalıdır.

Kitle imha silahlarına sahip olmanın güvenlik ve uluslararası hukuk bakımından herhangi bir temeli yoktur.

İnsanoğlunun geçen asırdaki tecrübesi, bizlere kitle imha silahlarına sahip olmanın hiçbir ülkeye güvenlik sağlamadığını; bilakis ilave istikrarsızlıkları ve sorunları beraberinde getirdiğini de göstermiştir.

Geçmişteki acı tecrübeler ve bu tür silahları kullanmaktan çekinmeyecek rejimlerin günümüzde de mevcudiyeti; meselenin insani maliyetinin nerelere varabileceği hakkında hepimize fikir vermelidir.

Dolayısıyla, bizden sonrakilere daha güvenli, huzurlu, istikrarlı ve müreffeh bir gelecek miras bırakmak istiyorsak, kitle imha silahlarından arındırılmış bir dünya perspektifine güçlü bir şekilde sahip çıkmalıyız.

Bu, bir hayal peşinde koşmak olarak da görülmemelidir. Hepimizi yakından etkileyen böylesine büyük bir riski bertaraf etmek, hepimizin insanlığa ve gelecek kuşaklara bir borcudur.

 

Kıymetli Misafirler,

Unutmayalım ki, kitle imha silahlarının kalıcı şekilde kontrolü ve azaltılması, ancak ülkelerin tehdit algılamalarında yeni bir anlayışa geçmeleriyle mümkün olabilecektir. Neticede bütün bu silahlara ihtiyaç duyması her ülkenin kendi tehdit algılamasından dolayıdır. Dolayısıyla buradaki temek bir değişiklik ancak bu belalardan kurtulmamızın yolunu açabilir.

Böylesine küresel bir meseleye tek taraflı adımlarla, ikili anlaşmalar yoluyla veya benzer görüşleri paylaşan devletler gruplarının (like minded nations) tasarruflarıyla çözüm getirilmesini beklemek gerçekçi değildir.

Bölgeleşme eğiliminin giderek arttığı bir dönemden geçiyoruz. Artık sorunlar her şeyden önce bölgesel aktörler tarafından sahipleniliyor ve kalıcı çözümler öncelikle bölgesel düzeyde aranıyor.

İşte bu gelişme, kitle imha silahlarının nihai tasfiyesiyle ilgili çalışmaların da bölgesel düzeyde güvenlik mimarileri oluşturulmasıyla başarılı olabileceğine işaret etmektedir.

Türkiye olarak, parçası olduğumuz coğrafyada her türlü kitle imha silahının mevcudiyetine karşıyız ve mevcutların imhasından yanayız.

Bu tür silahlara sahip olunmasının ve yeni silah geliştirme çabalarının, bölgesel bir yarışa sebebiyet vereceğine, böylelikle uluslararası barış ve güvenliği tehdit edeceğine de inanıyoruz.

Zira, bölge ülkelerinden herhangi biri kitle imha silahlarına sahip olmayı başardığında, komşuları da yemezler, içmezler, refahlarından ayırırlar ve neticede gelişmişlik seviyeleri ne olursa olsun bu silahı yapmak için uğraşırlar. Bunun aslında örnekleri de vardır. Dolayısıyla böyle bir yarış bölgede kesinlikle bir kısır döngüyü başlatır ve ülkelerin halklarının refahına ekonomik kalkınmalarına ayrılacakları kaynaklar bu silahlara ayrılmaya başlar ve bu kaçınılmaz bir yanlış olur.

Kısacası, kitle imha silahlarının mevcudiyeti, bölgesel manada “güvenlik dilemması”nın en şiddetli haliyle yaşanmasına sebep olur.  Ortaya çıkan güvensizlik girdabı da, en tehlikeli sonuçları yaratır.

Sancılı bir dönüşüm sürecinden geçen Orta Doğu’da, bazı ülkelerin bu tür silahlara “de facto” sahip olmasına müsamaha gösterilmesinin, zaten birçok sorunla mücadele verilen bu bölgeye ilave bir yük getirdiğini açıkça görüyoruz.

1980’li yıllardaki İran-Irak savaşında, 1988’de Halepçe’de ve son olarak Ağustos ayında Şam yakınlarında kimyasal silah kullanılmasının, Ortadoğu’daki KİS sorunun ciddiyet ve aciliyetine işaret ettiğinin açık bir delilidir.

Bu bakımdan, Orta Doğu’nun nükleer dahil, kitle imha silahlarından arındırılmasını sağlayacak, AGİT benzeri yeni bir güvenlik mimarisi oluşturulması gerektiğini uzun bir süredir bir çok platformda savunuyorum ve bunun takibini yapıyorum.

Esasen böyle bir bölgesel rejimin oluşturulması için uluslararası hukuk bakımından gerekli ahdi temelin bulunduğu kanaatindeyim.

Bu bağlamda, BM Güvenlik Konseyi’nin, 1991’de Irak konusunda aldığı 687 sayılı karar, gerekli hukuki zemini oluşturmaktadır. O günleri ve gerginliği, o günkü Irak’ı ve bütün Körfez’i düşündüğünüzde 1991 yılındaki 687 sayılı kararın ne kadar da anlamlı ve önemli bir adım olduğu hatırlanacaktır. Ayrıca, bu yıl Eylül ayında Suriye ile ilgili olarak alınan BM Güvenlik Konseyi’nin 2118 sayılı kararı da sözkonusu hukuki zemini güçlendiren bir karar olarak değerlendirilmelidir.

2010 yılında New York’ta yapılan NPT İzleme Konferansı’nda ABD Başkanı Obama tarafından da destek verilen bu fikrin, Orta Doğu’nun tüm kitle imha silahlarından arındırılması konusundaki diğer büyük aktörleri de harekete geçirmesini diliyorum.

Türkiye olarak, Ortadoğu’da kitle imha silahlarından arındırılmış bölge tesisi konusunda 2012 yılında Helsinki’de düzenlenmesi mümkün olamayan konferansın, bir an önce tertiplenmesine yönelik teşvik ve telkinlerimizi sürdürmekteyiz.

Diğer yandan, Suriye’nin kimyasal silah stokunun imhası için Güvenlik Konseyi’nin 2118 sayılı kararı ile başlatılan süreci destekliyoruz.

Bu noktada yine dikkat çekmek istediğin bir husus şu: Suriye’de başlayan sürecin, Orta Doğu’daki tüm kitle imha silahlarının tasfiyesini sağlayacak bölgesel güvenlik mimarisinin ilk adımı olmasını temenni ediyoruz. Bu adım burada kalmamalı, bu adım üzerine diğer adımlar da atılabilmeli ve çok da geniş bir vizyon içerisinde bölgenin tamamen temizlenmesine yönelik çalışmaların gayretlerin yavaş da olsa başlamasının şart olduğu kanaatindeyim ve bunun bir fırsat olduğunu görüyoruz.

Tabii ki, Ortadoğu’daki güvensizlik ortamının en önemli sebeplerinden olan kitle imha silahları, bölge ülkelerinin genel tehdit algılamalarından ve bölgenin temel meselesi olan Arap-İsrail ihtilafından bağımsız düşünülemez.

Bu nedenle, bölgedeki tüm güvenlik meselelerine ve tehdit algılamalarına bütünlükçü bir anlayışla yaklaşılması bir zarurettir.

Dolayısıyla, her iki temel meselenin üzerine de cesaretle gidilmelidir.

Arap Barış Planı temelinde başlatılacak kapsamlı bir barış süreci, nükleer silahlarla bekasını güvence altına almak isteyen bazı ülkelerin güvenlik açmazlarını da gidermelidir. Ve burada tehdit algılamaları ve bekalarıyla ilgili garantiler verilmelidir. Gerçekçi olmamız gerekir. Eğer bu silahlar bölgeden tamamen temizlenecekse, bu anlayışla, bölgedeki tüm ülkelerin kitle imha silahlarının yayılmasının önlenmesine ilişkin tüm uluslararası düzenlemelere taraf olmasını temenni ediyoruz. Irak, Lübnan ve Suriye’nin, Kimyasal Silahlar Örgütü’ne üye olarak katılmaları, hiç şüphesiz doğru yolda atılmış adımlardır.

Benzer şekilde İsrail ile Filistin arasında ABD’nin girişimiyle yürütülen görüşmelerin, en kısa sürede doğrudan müzakerelere başlanmasına vesile olmasını diliyoruz.

İran’ın nükleer programına diyalog yoluyla çözüm bulunmasına yönelik çalışmalar için de şartların elverişli olduğunu değerlendiriyoruz.

Bu bağlamda, son dönemde ABD Yönetimi ile İran arasında başlayan diyalog ortamı, uzun süredir görmeyi arzuladığımız bir gelişmedir. Başkan Obama ile Cumhurbaşkanı Ruhani arasında geçtiğimiz Eylül ayında gerçekleştirilen telefon görüşmesini memnuniyetle karşıladığımı ve daha o gün tüm dünyaya duyurduğumu da biliyorsunuz.

ABD-İran diyalogunun, başta İran’ın nükleer programına barışçıl yöntemlerle çözüm bulunması olmak üzere, Ortadoğu’daki tüm diğer bölgesel sorunların çözümü bakımından da uygun bir iklim yaratmasını temenni ediyorum.

Konferans vesilesiyle bugün aramızda bulunan İran Dışişleri Bakanı Sayın Zarif’in mevcudiyetini, esasen bu yeni diyalog ikliminin bir tezahürü olarak da görüyorum.

 

Değerli Misafirler,

Hanımefendiler,

Beyefendiler,

1955 yılındaki “Russell-Einstein Manifestosu”nun üzerinden neredeyse 60 yıl geçmiş olmasına rağmen kitle imha silahları, dünya barışına, istikrarına ve güvenliğine tehdit oluşturmaya devam etmektedir.

Suriye’de rejimin kimyasal silah kullanması, Ortadoğu’da kitle imha silahlarının mevcudiyetine ilişkin kaygılarımızın ne kadar yerinde olduğunu göstermiştir.

Bu silahların, teröristlerin ve diğer radikal unsurların eline geçme ihtimalini düşünmek bile istemiyoruz.

Bu köklü küresel soruna çözüm bulunmasına yönelik çalışmalarımızı kararlılıkla sürdürmemiz gerektiğinin altını bir kez daha önemle çiziyorum.

Sözlerime “Russell-Einstein Manifestosu”nda yeralan ve bu doğrultudaki çalışmalarımıza ışık tutan şu çağrıyla son vermek istiyorum: “İnsaniyetinizi hatırlayın ve gerisini unutun”. Onların söyleyişiyle,

“We appeal as human beings to human beings: Remember your humanity, and forget the rest”.

 

Teşekkür ederim.

Yazdır Paylaş Yukarı