Council on Foreign Relations İsimli Düşünce Kuruluşuna Hitapları

26.09.2013
Yazdır Paylaş Yazıları Büyült Yazıları Küçült

(NEW YORK/ABD, 26 EYLÜL 2013, 10.15)

Başkan Sayın Haass,

Kıymetli Misafirler,

Hanımefendiler ve Beyefendiler

Council on Foreign Relations’a (Dış İlişkiler Konseyi) hitap etmek benim için her zaman büyük bir keyiftir. Bu seçkin kurum, son derece zengin bir birikimi ve uzmanlığı bünyesinde barındırmaktadır. Dış İlişkiler Konseyi, aynı zamanda daha iyi bir gelecek inşasına yönelik fikirlerin buluştuğu bir platformdur.

Salondaki bu seçkin dinleyici kitlesi, Konsey’in küresel ilişkilerdeki derin bilgisi ve tecrübesinin tezahürüdür.

Bugün sizlerle, Orta Doğu ve civarındaki bölgede meydana gelen kapsamlı dönüşümlerle ilgili görüşlerimi paylaşacağım.

Özellikle Mısır’daki güncel gelişmeler ve Suriye’de devam eden durum üzerinde duracağım.

Son olarak Türk-Amerikan ilişkilerine kısaca değinerek konuşmamı tamamlayacağım. Soru-cevap bölümünde salondaki izleyicilerden gelecek sorulara da memnuniyetle cevap vereceğim.

Kıymetli Misafirler,

Bugün Orta Doğu, Kuzey Afrika ve Arap Dünyası’nda, bölgesel statükonun temellerini kökten sarsan krizler yaşanmaktadır.

Yaşanan bu dönüşümler, bölgeye bakış ve değerlendirmelerimizle ilgili geleneksel kalıpların geçerliliğini sorgulanır hale getirmektedir. Bu yüzden, bölgeyle ilgili alışılmış varsayımlarımızı ve geleneksel analiz kalıplarımızı gözden geçirmeliyiz.

Bölgedeki durumu artık sadece Filistin Sorunu’nun parametreleriyle anlamamız mümkün değildir.

Daha da önemlisi, artık bölge içi dengelerin veya çekişmelerin sadece devletler arasında yaşandığı gibi basite indirgeyici bir yaklaşımı sürdüremeyiz.

Eskiden tanıdığımız şekliyle Irak, bölgesel güç dengesinde oynadığı düşünülen rolle birlikte tarih sahnesinden çekilmiştir.

Tarihte ilk kez, Irak’ın demografik yapısı siyasi sistemini belirlemiştir. Bu durum, hem Irak içinde yeni dengeleri, hem de yeni dış politika önceliklerini beraberinde getirmiştir.

Bu, aynı zamanda bölgesel jeopolitiği değiştirmiştir. Bağdat, artık Tahran’a Kahire veya Riyad’a olduğundan daha yakındır.

Orta Doğu genelinde etnik, dini ve mezhepsel kimliklerin artan etkisi de aynı ölçüde önemlidir.

Bölgede geçmişi modern devlet yapılarının ortaya çıkmasından çok öncelere giden geleneksel kimlikler, uzun süre baskı altında tutulmuştur.

Ancak baskı altından tutulan aidiyetlerle ilgili bilinç, artık etnik ve mezhepsel temelli kimlik siyasetini ortaya çıkartmıştır.

Kimlik siyasetine yapılan bu yeni vurgu, kendi başına bir tehdit değildir. Ancak, etnik ve mezhepsel aidiyete dayanan kimlikler, ulusal kimliklerin rağmına güç kazanmaktadır.

Ulusal güç merkezlerinin yerini devlet dışı aktörlere bırakması, bölgedeki ulus devletleri hiç beklenmedikleri tehditlerle karşı karşıya bırakmaktadır. Kimlik siyasetinin milli sınırların ötesinde güç kazanması, bölgesel istikrar üzerinde de ciddi sonuçlar doğurmaktadır.

Benzer şekilde, iç siyasi sistemlerdeki değişiklikler her zaman etnik ve mezhepsel insicamı beraberinde getirmemektedir.

‘Kazanan hepsini alır’ anlayışına dayalı uzlaşmaz güç mücadelesi ortaya çıktığında, etnik ve mezhep temelli kimlikler siyaset sahnesini bütünüyle belirlemeye başlamaktadır.

Şurası tecrübeyle sabittir ki; etnik ve mezhep temelli gerginler eninde sonunda hem içerde hem de dışarıda şiddeti doğurmaktadır.

Bu mülahazalar ışığında, günümüzde Orta Doğu’yu şekillendiren birbiriyle bağlantılı üç temel dinamiği analiz etmek istiyorum.

Bunlardan ilki, ortak mezhep bilincinin ulus devlet sınırlarının ötesine geçen birleştirici rolüdür. Bu bağlamda, Arap ve İran Şiileri arasındaki mesafe hızla kapanmakta ve Şiilik bilinci etrafında birleşen tek bir blok ortaya çıkmaktadır.

İkincisi, artık yekpare bir Arap bloğu yoktur. Bölge hükümetleri, etkisi giderek artan şekilde hissedilen etnik ve mezhep temelli kimlik siyasetinin beraberinde getirdiği zorluklarla karşı karşıyadır. Ulus devlet sınırlarını aşacak şekilde devamlılık ve nüfuza sahip olan bazı devlet dışı aktörler, bölgede giderek kilit aktörler haline gelmektedir.

Üçüncüsü, hükümetler ve devlet dışı aktörler arasında, ulusal ve bölgesel düzeyde daha fazla güç ve nüfuz sahibi olmak için adı konulmamış jeopolitik bir rekabet sözkonusudur.

Sonuç olarak, uluslar ve sınırlar aşan kimliklerin etkisine daha geniş bir perspektiften bakmak, Basra Körfezi’nden Akdeniz’e kadar olan coğrafyada meydana gelen gelişmelerin birbiriyle olan bağlantılarını anlamamızı ve bunlara mukabelede bulunmamızı kolaylaştıracaktır.

Bölge devletlerinin karşı karşıya oldukları sorunların büyük ölçüde siyasi meşruiyet açığından kaynaklandığını da görmemiz gerekir.

Biliyoruz ki, yönetilenler yönetenlerden rızasını çektiğinde, baskı ve şiddet yoluyla iç düzeni sağlamaya çalışmak başarısızlığa mahkûmdur.

Değişim talebiyle başlayan ve birçoklarının “Arap Baharı” olarak tanımladığı halk hareketlerinin fitilini ateşleyen temel dinamik budur.

Bölgedeki olayların gelecekte alacağı seyir hakkında kehanette bulunmak elbette doğru değildir. Ancak akıl ve mantık, bölgenin yeni dinamiklerinin, bu dönüşüm sürecine nasıl mukabelede bulunacağımızı belirlemesini gerektirir.

Orta Doğu’yla ilgili geleneksel düşünce ve algılama kalıplarımızı yeni gerçeklerle uyumlu hale getirmeliyiz. Son dönemdeki gelişmelerin birbiriyle bağlantılı olduğunu görmek zorundayız.

Irak’ın geleceğiyle, Suriye ve Lübnan’daki durumla ve Mısır’daki gelişmelerle ilgili tartışmaların hepsi böylesine bir yeni değerlendirmeyi zorunlu kılmaktadır.

Bir başka önemli mesele, bölgedeki değişim dalgasının nasıl algılandığıyla ilgilidir. Birçok insan, özellikle de devlet adamları, değişimden çekinirler ve hatta değişime karşı durmaya meyillidirler.

Uluslararası camia olarak, Arap halkları sokaklara döküldüğünde güçlü destek vermiştik.

Ancak, bölgede dönüşüm gerçekleşmeye başlayınca siyaset sahnesindeki yeni aktörlerin ideolojileriyle ilgili eski korkular nüksetti.

Bu tür endişelerin yersiz olduğunu söylemiyorum. Ancak bir kaç önemli hususa dikkat çekmek istiyorum.

Birincisi, ne demokrasinin gelişmesi ve güçlenmesi, ne de demokratik kültürün tesisinin bir gecede mümkün olduğudur.

İkincisi, hükümetlerin seçim yoluyla iktidara geldikleri, ancak sadece halklarının rızasıyla iktidarlarını sürdürebildikleridir.

İktidarda kalmanın anahtarı meşruiyettir. Bunun için, siyasi istikrar ve hukukun üstünlüğü gözetilirken, sosyal ve ekonomik sorunlarla da etkin şekilde mücadele edilmesi gerekir.

Hükümetler, gerekirse seçim yoluyla liderlerini cezalandırabilen ve iktidardan uzaklaştırabilen halklarına karşı doğrudan sorumludur.

Üçüncüsü, Hükümetlerin ideolojilerinin ortak akılla çelişmediği müddetçe anlam ifade ettiğidir. Siyasi iktidarların ideolojisi halkın tercihleriyle çatıştığında, kazanan her zaman halk olacaktır.

Dördüncüsü, bu dönüşümlere karşı durmanın Orta Doğu’ya istikrar ve güvenlik getirmeyeceği gerçeğidir.

Öngörülebilirlik ve istikrarı temin adına özgürlük ve demokrasiyi feda etmek sadece daha büyük felaketlere davetiye çıkartacaktır. Nitekim insanlar siyaset ve demokrasiye olan inançlarını kaybettiklerinde, hiç şüphesiz aşırıcılık ve radikalleşme güç kazanacaktır.

Şimdiye kadar yaptığım analiz ışığında, uzun vadeli istikrarın en güçlü teminatının demokrasi, hukukun üstünlüğü ve temel özgürlükler olduğuna dair sarsılmaz inancımı dile getirmek isterim.

Halkın özgür iradesi sadece ama sadece demokratik süreç dahilinde tecelli edebilir, meşruiyet ve hesap verebilirlik ancak bu sayede tesis edilebilir.

Bölgedeki geçiş sürecinin çeşitli sorunlarla malul olması, bu yöndeki kararlılığımıza gölge düşürmemelidir. Bölgedeki değişim ve dönüşüm dalgasını desteklemeliyiz. Tunus, Libya ve Mısır’ı da içine alan geniş coğrafyada elde edilen ancak kırılgan olan kazanımları muhafaza etmeliyiz.

Yeni filizlenen siyasi sistemlerin olgun demokrasilere dönüşmesinin zaman alacağını unutmamalıyız. Bu süreçten geçen tüm ülkeler tereddütsüz desteğimizi hak etmektedir.

Değerli Konuklar,

Konuşmamın başından belirttiğim dinamikleri bünyesinde en iyi barından ülke muhtemelen Mısır’dır.

2011’deki devrimin ardından Türkiye, demokrasi ve özgürlük yürüyüşünde Mısır halkına süratle destek vermiştir.

Maalesef, Mısır’ın tarihi demokrasi yolculuğu iki yıldan kısa süre içinde kesintiye uğratılmıştır.

Ancak bugün Mısır’da çok daha önemli bir meseleyle karşı karşıyayız. Kaybeden Mısır olduğu takdirde, hiç kimse kazançlı olamayacaktır.

Mısır halkının özgür iradesinin tecelli edilebilmesi için demokratik süreç yeniden tesis edilmelidir. Bu, istisnasız bütün siyasi partilerin ve grupların katılabileceği özgür ve adil seçimlerle sağlanabilir.

Siyasetçilere yönelik keyfî tutuklanmalar ve siyasi partilerin kapatılması çözüm olmadığı gibi, daha büyük kaosa da davetiye çıkartacaktır. Mısır’da işlerin normale dönmesi için, Cumhurbaşkanı Mursi dahil, tutuklu bulunan bütün siyasetçiler serbest bırakılmalıdır.

İleriye doğru yol alınabilmesini teminen, bütün tarafların pragmatizm ve itidal sergileme maharetini göstermesi gerekir.

Mısır, Arap ve Müslüman dünyasının kalbinde yer almaktadır. Mısır’ın bundan sonra nasıl yol alacağı, Orta Doğu ve Kuzey Afrika’nın da kaderini etkileyecektir.

Hanımefendiler ve Beyefendiler,

Suriye’deki mevcut durumla ilgili olarak geriye söylenmeyen çok az şey kaldı.

Bu yüzden, bu noktaya nasıl gelindiği veya uluslararası toplumun 21. yüzyılın bu en önemli krizini önlemek veya durdurmaktaki başarısızlığı hakkında yorum yapmayacağım.

Şüphesiz, Suriye’deki durumun birçok boyutunu tartışabiliriz. Ancak ben görüşlerimi kısaca ifade etmek istiyorum.

ABD ile Rusya arasında varılan ve Suriye’nin elindeki kimyasal silahların uluslararası denetim altında imhasını öngören anlaşma şüphesiz memnuniyet vericidir.

Bu silahların tamamının kesin olarak ve doğrulanabilir şekilde imhası, bölgeyi rahatlatacaktır.

Ne var ki, Suriye’deki iç savaş kimyasal silah kullanılmasıyla başlamamıştır. Bu silahların imhasıyla da sona ermeyecektir.

Uluslararası toplum bu sorunun sürüncemede kalmasına müsaade ederse, önümüzdeki dönemde binlerce insanın daha öldürülmesinden ve milyonlarca yeni mülteciden söz ediyor olacağız.

Daha da önemlisi, çatışma ortamının devam etmesi sıradan insanların radikalleşmesi için elverişli bir zemin oluşturmaktadır. Suriye’de radikal grupların yerleşmesine ve güç kazanmasına yol açan temel dinamik iç savaş koşullarının devamıdır.

Bu gruplar, nihai tahlilde sadece Suriye için değil, bütün bölge ülkeleri için hayatî güvenlik tehdidi oluşturan otonom yapılara dönüşecektir.

Nihayetinde hepimiz, etkileri sınırları aşan ve bölgenin tamamına yayılan bir tehdidi kontrol ve bertaraf etmek zorunda kalacağız.

Gelinen aşamada, ne zaman sona ereceği bilinmeyen bir iç savaşın hiç kimsenin çıkarına olmadığını hepimiz idrak etmiş durumdayız. İç savaşın devamına izin verilmesi, Suriye’nin ve bölgenin tamamı için en büyük tehdidi teşkil etmektedir.

Dolayısıyla şu soruları sormalıyız. İç savaşı sona erdirecek stratejimiz nedir? Diplomasi işe yarayabilir mi? Askeri güç kullanımı gerekli mi?

Cenevre Süreci’nin siyasi çıkış stratejisi bakımından en güçlü temeli oluşturduğuna dair yaygın bir kanaat mevcuttur.

Ancak, Cenevre Süreci iki sebepten dolayı en başından itibaren başarısızlığa mahkumdu. İlk olarak Cenevre Süreci, Suriye rejimini varılan mutabakatın hükümlerine riayet etmeye zorlayacak yaptırım mekanizmasını içermiyordu. Zira hiçbir zaman, BM Güvenlik Konseyi kararı olarak kabul edilmedi. İkinci olarak, Anlaşma’da bir geçiş süreci öngörüldü. Ama sürecin somut modaliteleri ve takvimi belirlenmedi.

Hepimiz Cenevre-II süreci çerçevesinde barış görüşmelerinin yeniden canlandırılmasını istiyor ve bunu destekliyoruz. Ancak Cenevre-I’deki hataları tekrarlamamalıyız. Önümüzdeki süreçte diplomatik muğlaklığa yer vermemeliyiz. Aksi halde, Suriye’deki trajediyi daha da kötüleştiririz.

Şimdi askeri kullanılmasıyla ilgili tartışmalara kısaca değinmek istiyorum. Askeri güç kullanımı, herkes için çok kritik ve zor bir karardır. Bu, uluslararası meşruiyet ve hukukilikle ilgili tartışmaları beraberinde getiren bir süreçtir.

Demokrasilerde, askeri yöntemler tartışılırken kamuoyunun hassasiyetleri mutlaka göz önünde bulundurulmalıdır. Ancak, askeri müdahale amaç değildir. Askeri güç kullanımı, mutlaka çok iyi tanımlanmış ve hesap edilmiş hedefleri olan bir siyasi stratejinin aracı olmalıdır.

BM Güvenlik Konseyi’ndeki tıkanıklığı aşmak için acilen köklü bir değişikliğe ihtiyacımız var. Suriye’nin elindeki kimyasal silahların imhasıyla ilgili son ABD-Rusya anlaşması, son dakika diplomasisinin mükemmel bir örneğidir. Ancak, bu mutabakatın arkasından iç savaşı sona erdirecek, Suriye halkının emniyet ve güvenliğini temin edecek ve siyasi geçişi olabildiğince sorunsuz sağlayacak bir strateji gelmezse, değeri son derece sınırlı olacaktır.

Güvenlik Konseyi’nin beş daimi üyesi ve İran dahil Suriye’nin komşuları, böyle bir stratejiyi oluşturmak ve uygulamak için çalışmalıdır. Bunu gerçekleştirecek kararlılığı göstermek hepimiz için insanlık görevidir.

Kıymetli Konuklar,

Türk-Amerikan ilişkilerine de kısaca değinerek konuşmamı tamamlamak istiyorum. Geride kalan elli yılı aşkın sürede Türkiye-ABD ilişkilerini tanımlamak için çok zengin bir terminoloji geliştirilmiştir. Kullanılan son terim ‘model ortaklık’tır.

Terminolojinin zenginliği, Türk-Amerikan ilişkilerinin kalıcı ve dinamik yapısını göstermektedir. Bu durum, iki ülkenin, birçok bölgesel ve uluslararası konuda dış politika, güvenlik ve ulusal çıkarlarının örtüştüğüne de delalet etmektedir.

Türkiye ve ABD’nin, konuşmamda değindiğim bütün sorunları aşmak için omuz omuza çalışmaları gerektiğine yürekten inanıyorum.

Türkiye ve ABD arasındaki bağların gelecekte çok daha güçlü olacağına olan inancım da tamdır.

Bununla beraber, Türk-ABD ilişkilerine sürekli itina gerekmektedir. Esasen bütün dış politika konularında her zaman aynı fikirde değiliz.

Müttefiklerin belirli bir konuda tamamen örtüşen çıkarları bulunmaması ve bazen birbiriyle çelişen muharriklere sahip olması doğaldır.

Ancak, nihai hedeflerimizin aynı olduğunu hatırdan çıkartmamalıyız. Bölgemizde ve dünyada barış ve istikrarın muhafazasını istiyoruz. Dostluk ve ortaklığımızı değerli ve anlamlı kılan da budur.

Türkiye ve ABD’nin yıllar içinde geliştirdiği ve bugünlere güçlü biçimde getirdiği model ortaklığın bütün sınamalardan başarıyla çıkacağına olan inancım tamdır. Ortaklığımız bundan sonra da devam edecektir.

Bu kapsamda Dış İlişkiler Konseyi’nin iki ülke arasındaki ilişkilerin derinleştirilmesine ve entelektüel zenginliğinin arttırılmasına katkıda bulunmayı sürdüreceğine inanıyorum.

Teşekkür ederim.

Yazdır Paylaş Yukarı