"Avrupa'da Göç, İslam ve Çokkültürlülük" Konulu Sempozyum'da Yaptıkları Konuşma

11.04.2013
Yazdır Paylaş Yazıları Büyült Yazıları Küçült

Kıymetli Misafirler,

Değerli Katılımcılar,       
Avrupa’da Göç, İslam ve Çokkültürlülük” Sempozyumu vesilesiyle Ankara’da sizlerle beraber olmaktan büyük bir memnuniyet duyuyorum.

Bu önemli meselede fikirlerini bizlerle paylaşmak için dünyanın dört bir tarafından Ankara’ya gelen bütün konuklara da hoş geldiniz diyorum. Hepinize hayırlı sabahlar dileyip, sevgi ve muhabbetlerimi sunuyorum.

Bu vesileyle, sempozyumun en iyi şekilde düzenlemesi için büyük gayret gösterdiklerini bildiğim Rektörümüz başta olmak üzere, Hacettepe Üniversitesi Göç ve Siyaset Araştırmaları Merkezi, Oxford İslam Araştırmaları Merkezi, Uluslararası Göç Örgütü, UNESCO Türkiye ve TBMM AB Uyum Komisyonu yetkililerini de tebrik ediyorum.

Göç, insanlık tarihi kadar eski bir olgudur. Tarihin her döneminde göç, toplumların, devletlerin ve kıtaların kaderini etkilemiştir. Bu nedenle göçün tarihine değinmeden, insanlık tarihini yazmak mümkün değildir.

Artık küresel bir köye dönüşen dünyamızda, göç hâlâ önemli bir olgu olarak karşımızda durmaktadır.

20. Yüzyılı “nüfus patlaması ve şehirleşme”nin asrı olarak nitelersek; 21. Yüzyılın “yaşlanan nüfus, toplumsal çeşitlilik ve uluslararası göçün” asrı olması kuvvetle muhtemeldir.

Bu nedenle, Hacettepe Üniversitesi’nin ev sahipliğinde gerçekleştiren “Göç, İslam ve Çokkültürlülük” başlıklı sempozyuma himaye verdim.

Kıymetli Misafirler,

Göç konusunu her şeyden evvel temel bir sosyolojik kavram olarak ele almalıyız. Yapılan bilimsel araştırmalar insanlığın Afrika civarlarından tüm dünyaya yayıldığını göstermektedir.

Bu durumda, dünya nüfusunun büyük bir bölümü, tarihin bir döneminde bir şekilde göç etmiş toplumlardan oluşmaktadır.

Söz konusu göçlere en fazla şahit olmuş coğrafyalardan birisi de kuşkusuz Anadolu’dur. Bugün de iç savaştan kaçan yüzbinlerce Suriyeli komşumuza kapısını açan ve ev sahipliği yapan yine Türkiye olmaktadır.

Geleneksel olarak göçte kaynak ve transit konumda bulunan Türkiye, güçlenen ekonomisiyle artan ölçüde göç alan ülke haline de gelmiştir.

Ülkemiz bakımından artık çok boyutlu bir nitelik kazanan göç sorunlarına layıkıyla cevap verebilmek için Hükümetimiz tarafından hazırlanan “Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu” tasarısı 4 Nisan 2013 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclis’inde kabul edilmiştir. Dün de ben bu yasayı inceleyerek onayladım. Yayımlanması için Resmi Gazete’ye gönderdim. Bugünden itibaren kanun geçerli hale gelmiştir.

“Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu”nun yürürlüğe girmesiyle, göç ve iltica konularında güncel şartlara cevap veren bir mevzuatımız da oluşmuştur.

Ayrıca, yeni yasa ile münhasıran göç konusunun tüm alanlarında görev yapacak İçişleri Bakanlığı bünyesinde "Göç İdaresi Genel Müdürlüğü" kurulacaktır.

Kıymetli Misafirler,

Yaşanan savaşlar, yoksulluk, doğal ve çevre felaketleri gibi sebeplerle insanlar doğdukları yerlerden göç etmek mecburiyetinde kalmaktadırlar. Küresel ısınmanın etkisiyle önümüzdeki dönemde artan bir şekilde “ekolojik göç” olgusuyla karşılaşmamız mukadder görünmektedir.

Binyıllar boyunca milletlerin, ülkelerin ve kıtaların kaderi hep değişime tabi olmuştur. Tarihte müreffeh toplumlar olarak büyük medeniyetler yaratmış pek çok halk, zamanla geri kalmış olabilir. Bugünün güçlü ve müreffeh ülkelerinin de yüzyıllar sonra ne durumda olacağını hiçbirimiz bugünden tahmin edemeyiz. Şöyle dünyanın pek çok yerine baktığımızda yüzyıllar önce binyıllar önce çok büyük nüfusları olmuş çok şaşaalı hayatları olmuş bir çok şehrin bugün harabeye döndüğünü ve bunun da örneklerini pek çok kıtada gördüğümüzü hatırlarsanız bin yıl sonra bugünkü şehirlerin ne hale geleceğini tahmin edemeyiz.

Dolayısıyla, göç konusuna insanlık haysiyeti ve demokratik değerler çerçevesinden bakmak ve meseleyi bu değerleri akılda tutarak çözmek zorundayız.

Demokrasi, hukukun üstünlüğü ve insan haklarına saygı gibi değerler, Avrupa’da doğan ve küresel ölçekte yansımaları olan değerlerdir.

Ancak, bugün Batı dünyasında farklılıkları çatışma sebebi olarak gören aşırı görüşlerin halen zemin kazanabildiğine maalesef şahit oluyoruz.

Irkçılık, İslam-karşıtlığı ve yabancı düşmanlığı, Avrupa’yı etkisine alan ekonomik krizle de bağlantılı olarak ciddi bir endişe kaynağı olmaya başlamıştır.

Göçmenleri güvenlik, işsizlik, suç, fakirlik ve diğer sosyal sorunların ana sebebi şeklinde gösteren partilerin oy oranları da giderek artmaktadır.

Halkın bu korkularına karşı, göç konusunda sert tedbirler alan hükümetler ve ana siyasi partilerin verdiği tepki de ayrı bir endişe sebebidir.

Irkçılık, farklı kültürler ve hayat biçimlerine dönük hoşgörüsüzlük, ne yazık ki Batı toplumlarının en müzmin hastalıklarından biridir. Bu hastalık, toplumsal refah dönemlerinde kontrol altına alınabilse de, özellikle ekonomik kriz dönemlerinde yeniden baş gösteriyor.

Bu hastalık Avrupa’da genellikle, farklı dinden olan bir gruba dönük olarak nüksediyor. Geçmişte yaşanılmış ve bugün de insanlığın kolektif hafızasında birer kara leke olarak duran olayları burada hatırlatmak istemiyorum. Temennimiz bu tür acıların bir daha asla yaşanmamasıdır.

Avrupa’da sayıları 5 milyona yaklaşan Türkler, maalesef bu tarz ırkçı hareketlerin boy hedefi haline gelmiştir.

Benzer şekilde Avrupa’da yaşayan diğer Müslümanlar da hem nefret suçlarına, hem de fiziki saldırılara maruz kalmaktadırlar.

Çoğulcu demokrasilerde her zaman birtakım aşırı uçtaki siyasi hareketlerin olması mümkündür. Bu marjinal gruplar demokrasinin sağladığı özgürlükleri kötü amaçları doğrultusunda istismar edebilmektedirler.

Bu tür aşırı fikirler ile mücadele ederken meşru yollara başvurmak esas olmalıdır. Haklıyken, haksız duruma düşülmemelidir.

Avrupa’da yaşayan Müslümanlar, demokratik ve hukuki mekanizmaları işleterek, bu tür saldırgan ve ırkçı siyasetin gerçek yüzünü içinde yaşadıkları toplumlara göstermelidirler.

Irkçılık ve ayrımcılık demokrasinin düşmanıdır. Bu tehdidi, yine “demokrasinin kendini koruma” reflekslerini harekete geçirerek bertaraf edebiliriz.

Bu nedenle, Avrupa’da insani ve demokratik değerler bakımından “ortak bir vicdana” sahip olan herkesi, bu tür aşırı akımlarla mücadele etmeye davet ediyorum.

Kıymetli Misafirler,

Bugün yaşadığımız çağa bir isim vermemiz gerekirse toplumsal çeşitlilik bu bağlamda ilk akla gelen unsurlardan biri olmaktadır.

Bu süreç, küreselleşen dünyada sosyal mobilitenin artması ve çok çeşitli saiklere dayanan göçlerin yoğunluk kazanması ile de bağlantılıdır.

Gelişmiş ülkelerin nüfusu gittikçe yaşlanmaktadır.  Bu durumun yarattığı sıkıntılara çare bulmak bakımından uluslararası göç, geçmişte olduğu gibi bugün de ekonomik bir düzeltme faktörü olarak karşımıza çıkmaktadır.

Toplum içinde artan kültürel, dini ve etnik farklılıklar, yeni bölünme ve gerginliklerin kaynağı olarak takdim edilebilmektedir.

Özellikle sosyo-ekonomik açıdan sorunlu toplumlarda bu tür farklılıkların, yaşanan güçlüklerin kaynağı olarak görülmesi, konuya daha da karmaşık bir boyut kazandırmaktadır.

Söz konusu çeşitliliği ve farklılığı uyum içinde yönetebilme kabiliyeti, modern demokrasilerin en önemli vasıflarından birini oluşturmalıdır.

Keza, kültürel, dini ve etnik farklılıkları bir toplum için zafiyet değil, aksine o ülkeyi zenginleştiren bir faktör olarak gören bir sosyal kültürün kök salması için çaba gösterilmesi gerektiği kanaatindeyim.

Ayrıca, kapsayıcı ve kucaklayıcı bir siyaset dili, göçmenlerin ve farklı dini toplulukların entegrasyonu bakımından hayati önem taşımaktadır.

Siyaset, bir kesimi ötekileştirmeye başladığı zaman, göçmenlerin, azınlıkların yaşadıkları ülkeden ve toplumdan yabancılaşması kaçınılmaz bir sonuç olarak karşımıza çıkacaktır.

Tarihte sayısız örneklerinden de görüldüğü üzere, toplumsal ve kültürel çeşitliliği, birlik ve uyum içinde yaşatabilen ülkeler, her bakımdan tarih sahnesinde öne çıkmışlardır.

Buna karşılık, değişik korkularla, toplumsal ve kültürel çeşitliliği ortadan kaldırmaya veya baskı altına almaya çalışan ülkeler ise; öncelikle beşeri zenginliklerini yitirmişler; bilahare, ekonomik ve siyasi güç kaybına uğramışlardır.

Netice itibariyle, İslam ve göçmenler yüzyıllardır Avrupa’nın bir gerçeğidir.

Avrupa kıtası, özellikle din bakımından çoğunluktan farklı olan kesimlere hoşgörüyle yaklaşmadığı sürece; yeni Engizisyonların, Holokostların ve Srebrenitsaların yaşanması muhtemeldir.

Bu bakımdan, her ülke kendine has çözümleri üretmekle mükellef olmakla birlikte, çok kültürlülüğe saygı göstermek işin esasını oluşturmalıdır.

Değerli Misafirler,

Uluslararası camia olarak mutlu bir gelecek kurmak için ortak sorunlarımızın üzerine cesaretle gitmeliyiz.

Yaşadığımız tecrübeler, sorunların üzerine gidilmemesi durumunda nasıl kronik hâle geldiğini hep göstermiştir.

Küreselleşme çağında her bir sorunu tek başımıza çözemeyiz.

Bu nedenle hep birlikte hareket ederek, sorunların temel kaynağı olan bataklıkları kurutmaya çalışmalıyız.

Göç, işsizlik, ayrımcılık, yabancı düşmanlığı, İslamofobi ve ırkçılık gibi sorunlara kaynak teşkil eden; gelir adaletsizliği, yoksulluk, küresel ısınma, savaş ve çatışmalar ile ekonomik krizlerle hep birlikte mücadele etmeliyiz.

Bizler, “komşusu açken tok yatamayan” bir kültüre sahibiz.

Bu nedenle, dünyanın herhangi bir yerinde insanlar yokluk çekiyorsa, masum insanlar çatışmaların içinde hayatlarını kaybediyorlarsa bizler burada sadece seyirci olamayız.

Belki de Türkiye’yi, dostlarının gözünde her geçen gün farklı ve erdemli kılan da budur.

Afrika’ya yönelik politikamızın da; Arap Baharı’nda halkların yanında yer almamızın da; altında yatan temel anlayış budur.

Bu duygu ve düşüncelerle, bu toplantıların faydalı geçmesini sadece Avrupa’nın değil, dünyanın birçok kesiminde karşı karşıya kalınan bu büyük sorunların çözümüne katkı sağlayacak şekilde yeni fikirlerin geliştirilmesini umuyor hepinize başarılar diliyorum.

Yazdır Paylaş Yukarı