Chıcago Küresel İlişkiler Konseyi’nde Yaptıkları Konuşma

22.05.2012
Yazdır Paylaş Yazıları Büyült Yazıları Küçült

 

“TÜRKİYE’NİN EKONOMİK VE DIŞ POLİTİKA ÖNCELİKLERİ”

Saygıdeğer Başkan,

Konseyin değerli üyeleri,

Bayanlar ve Baylar,

Bugün burada, Chicago Küresel İlişkiler Konseyi’nde, sizlerle olmaktan büyük bir zevk duyuyorum. Gerçekten de bu kurum her zaman uluslararası politika konusunda öncü bir kurum olmuştur: Başlangıçta bu kurum, izolasyonist politikaların zirvede olduğu dönemde, Amerika Birleşik Devletleri’nde Amerikan kamuoyuna ve daha sonra tüm dünyada, dünya politikasının dinamikleri ile ilgili bilgi akışı sağlamış ve küresel hak ve sorumluluklarımızın güçlü bir savunucusu olmuştur.

Bu yüzden, bugün burada bu kadar köklü ve saygın bir kurumda, böyle seçkin konuklara hitap ediyor olmak benim için büyük bir ayrıcalıktır.

Bugün, benden Türkiye’nin dış politikası ve ekonomik öncelikleri ile ilgili konuşmam rica edildi. Bunu, Türkiye’ye ve Türkiye’nin seçimlerine olan ilginin artması olarak yorumluyorum. Ve gerçekten de, hem ekonomik hem de politik açıdan Türkiye son zamanlarda uluslararası toplantılarda ön sıralarda yer almıştır.

Örneğin, Avrupa’yı saran ekonomik krize rağmen Türkiye, Çin’in hemen ardından, dünyada en hızlı büyüyen ikinci ekonomi olarak ön plana çıkmıştır. Ve doğal olarak da bu durum, birçok kişinin, Türkiye’nin ekonomi politikası ve önceliklerine ilgi duymasına neden olmuştur.

Dış politika hususunda da, Türkiye’nin görülür bir rol oynamadığı neredeyse hiçbir küresel konu yoktur. Hakikaten, Irak’tan Suriye ve Afganistan’a, Somali ve İran’dan Arap Baharına ve sürdürülebilir kalkınmadan, medeniyetler arası diyaloga kadar Türkiye, uluslararası toplumlara artı bir değer kazandırmaktadır.

Fakat aslında bu yeni bir olgu sayılır. Yıllarca Türkiye, NATO ittifakının sadık bir kanat ülkesi ve müttefiki olarak görülmüştür. Bundan fazlası değil. Evet, o zamanlar da birçoğu Türkiye’nin potansiyelini görmüştür ama Türkiye’nin o dönemdeki yurt içi ve bölgesel problemlerinden dolayı bu potansiyel gücü kullanıp kullanamayacağını sorgulamışlardır.

Onları haklı çıkarırcasına, çok uzak değil on yıl öncesine kadar gerçekten de siyasi istikrarsızlık ve ekonomik kriz konusunda endişe duymaktaydık.

O zamanlardan bu zamana ne değişti de, bu kadar kısa bir sürede Türkiye günümüzün bölgesel bir güç merkezi haline geldi?

Öncelikle, Amerika’da denildiği gibi, siyaset yereldir. Bu nedenle ilgi odağı olmamıza neden olan bu yolculuğumuz aslında Türkiye içerisinde başladı. 2002’de siyasi istikrar yolunda büyük bir adım attık ve o zamandan beri bu istikrar devam etmektedir. Ama siyasi istikrarla birlikte aynı zamanda daha güçlü bir Türkiye vizyonu oluştu ve bu vizyonun hayata geçirilmesi adına kesin bir yükümlülüğümüz olduğunu hissettik. Biz ilk olarak kendimize inandık ve geniş bir coğrafyada potansiyelimizin iyiliğin güçlü simgesi olacağını düşündük.

Bu doğrultuda, demokratik ve ekonomik gelişimimizin önünde engel teşkil edebilecek sorunları ortadan kaldırmak için cesur reformları hayata geçirdik. Öncelikle yasal standartlarımızı güncelledik.

Sonrasında istikrarlı büyümenin yolunu açan, ekonomik alanda yapısal reformlar gerçekleştirdik ve ilerleyen günlerde karşılaşabileceğimiz krizlerle başa çıkabilmek için gerekli güvenlik önlemlerini aldık.

Ayrıca güvenlik uğruna yıllarca feda edilen toplumdaki özgürlüklerin kapsamını genişlettik. Diğer bir deyişle, güvenlik ve özgürlükler arasındaki dengeyi, özgürlük lehine olacak şekilde yeniden düzenledik.

Bunu yaparken de gücümüzü insanlarımızdan ve onların daha iyi işleyen bir demokrasiye olan taleplerinden aldık. Bu noktada AB üyeliği perspektifinden de büyük fayda sağladık.

Sonuç olarak, on yıldan az bir sürede gayrı safi milli hâsılamızı üç katına çıkarabildik ve bu şekilde Türkiye’nin dünyanın 16’ıncı büyük ekonomisi olmasını sağladık.

Siyasi arenada asker-sivil ilişkilerini düzenleme açısından önemli adımlar attık; toplumun her bölümünde sosyal ve kültürel hak eşitliğini teminat altına aldık ve azınlıkların sorunlarına özel ilgi gösterdik. Kısacası tüm bu reformlar Türkiye’nin dönüşmesini sağladı ve Türkiye canlı bir demokrasiye sahip olurken aynı zamanda kendisi ile barışık olan daha istikrarlı bir topluma sahip oldu.

Aynı anlayışla, dış çevremizi de farklı bir ışık altında görmeye başladık. Coğrafi bölgemizi ve tarihimizi bir tür kötü kader veya dezavantajlar bölgesi olarak görmekten vazgeçtik. Aksine, bulunduğumuz konumun, birden çok oyuncu ile aynı anda iletişim kurabilmemizi sağlayan birçok bölgenin merkez üssü olduğunu düşünmeye başladık.

Sayısız toplumlarla olan benzersiz bağlarımızı, bize tarihî, kültürel ve her yöne doğru kavramsal derinlik sağlayan stratejik kazançlar olarak gördük.

Biz, iş birliği ve karşılıklı diyalog yoluyla bu bölgenin çatışma bölgesinden çıkarak ortak barış ve refah bölgesi olabileceğine inanmaktayız ve bunun sonucunda bölgede bulunan tüm uluslara bir “barış payı” sunmayı hedefliyoruz.

Böyle bir politika izlememizi, elbette ülkemizin büyüyen ekonomisi ve ilerleyen demokrasimiz kolaylaştırdı. Diğer bir deyişle, ekonomik ve politik açıdan kendi ulusumuzda ne kadar güçlendiysek, dış politikamızda da o denli aktif hale geldik ve kendimize olan güvenimiz arttı.

Bu bağlamda kendi bölgemiz ve ötesindeki ülkelere ulaşmayı başardık. Daha uzaktaki komşu ülkelerle tesis ettiğimiz diyalog yoluyla siyasi uzlaşma alanlarımızı genişletmeye çalıştık; ekonomik dayanışmayı zenginleştirdik ve kültürel ve sosyal anlayıştan oluşan köprüler inşa ettik. Bu kadar iddialı bir politika ile ilgili kesin yargılara varmak için tabii ki on yıl kısa bir süredir. Ama şimdiden hatırı sayılır ölçüde yol kat ettiğimizi görebiliyoruz. Sadece komşularımızla bile son on yıl içerisinde ticari hacmimizi dörde katlamış durumdayız.

Birçok olayda, ülke olarak barış ve uzlaşmayı sağlamak açısından etkili bir rol oynadık. Örneğin Afganistan ve Pakistan arasında iş birliği kurmak adına ortak bir platform oluşturma çabalarımız veya Bosna-Hersek ve Sırbistan arasında iş birliği sağlama doğrultusunda gösterdiğimiz gayretler şimdiden meyve vermeye başlamıştır.

Ama daha da önemlisi, etrafımızdaki birçok ülke için başarı örneği ve diğer ülkelerin de aynı yönde çalışmalar yürütmesi için onlara esin kaynağı olduk. Örnek ülke olmanın yanında, olası her türlü platformda demokratik reformlar için istikrarlı çağrılarda bulunmayı da ihmal etmedik.

Örneğin, 2003 yılında İslam Konferansı Organizasyonu Dışişleri Bakanları Toplantısı’nda Tahran’da yaptığım konuşma, muhtemelen İslam Dünyası için kendi uluslarını düzene sokmaları açısından yapılan ilk üst düzey çağrıydı. O dönemde hukuk devleti, hesap verme sorumluluğu, cinsiyet eşitliği ve insan haklarına saygı konusunda yaptığım vurgular, birçok kişiye aşırı gelmiş olabilir. Ama şimdi Müslüman coğrafyada bu değerlerin varlıklarını hissettirmeye başladığını görüyorum.

Tüm bunları söylerken, son on yılın tabii ki tamamen pembe bir tablo olduğu düşünülmemelidir. Öncelikle, kendimiz ve bölgemiz için isteklerimizi tam olarak gerçekleştirmek için daha çok yol kat etmemiz gerektiğini biliyoruz. Dolayısıyla bu gelişmeler, tarihî bir dönüşümün ilk bölümü olarak görülebilir. Ama iyi bir başlangıç yaptığımızı söyleyebiliriz.

İkincil olarak, bu yolda yürürken, kendi arkadaşlarımız ve rakiplerimiz tarafından da sürekli olarak gereğinden fazla hırslı, bağımsız ve hatta farklı olmakla ağır bir şekilde eleştirildik. Eminim hepiniz, bir-iki yıl öncesinde siyaset uzmanlarının sorduğu “Türkiye’yi kim kaybetti?” veya “Türkiye nereye gidiyor?” gibi soruları hatırlıyorsunuzdur.

Gerçekten de eksen kayması argümanları yakın zamana kadar Türkiye ile ilgili müzakerelerin ana temasıydı. Bu sorulara olan cevabım ise; “Türkiye eksen değiştirmedi, değişen bizim icraatlarımız ve aksanımız” şeklinde olmuştur.

Türkiye’nin ekseni sabittir, çünkü eksenimiz hür dünya ile paylaştığımız değerlere bağlıdır. Fakat yaşadığımız bölgeye istikrar ve refah getirmek amacıyla yürüttüğümüz faaliyetlerde daha kararlı ve kendine güvenen bir yapıya sahip olduk.

Bu kararlılığımız, sadece kendimiz için değil, aynı zamanda diğer uluslar için de özgürlük, demokrasi ve mesuliyet alabilme konusunda yaptığımız söylemlerimizde de açıkça görülmektedir.

Zaman içerisinde Türkiye’nin vizyonunun kendini gerçekleştiren bir vizyon olmadığı ve bölgenin bizim istediğimiz şekilde değişmesinin herkesin faydasına olduğu herkes tarafından anlaşılmıştır.

Aynı zamanda aslında Türkiye’nin bu yolculukta kendi başına yol almak istemediği de anlaşılmıştır. Tam tersine bizimle çalışmaya gönüllü olan herkesle birlikte aktif

ortak olarak çalışmayı istiyoruz. Hatta temel hedefimiz, her zaman, etkin bir çok taraflılık sağlamak olmuştur.

Bu maksatla, 2009 ve 2010 yıllarında Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin bir üyesi olarak görev yaptık ve bu merkezi foruma artı değer katmak için çaba gösterdik.

Bu nedenle G-20 zirvesinin bu düzeye yükselmesini aktif olarak destekledik. Ve yine bu nedenle hala AB üyeliğini stratejik bir hedef olarak görüyor ve Amerika Birleşik Devletleri ile olan model ortaklığımızın ilerlemesine son derece büyük bir önem atfediyoruz.

Dış politikamız ve yükümlülüklerimizin genişleyen ufkunu desteklemek için ayrıca diplomatik ağımızı da genişletiyoruz. Son üç yılda, dünyadaki diğer ülkeler ekonomik krizden dolayı diplomatik misyonlarının sayısını azaltırken biz yurt dışında kırktan fazla yeni misyon açtık. Sadece Afrika’da bile bu senenin sonuna kadar 34 yeni elçilik açmış olacağız; oysa ki 2009 yılında bölgedeki elçiliklerimizin sayısı yalnızca 12 idi.

Değerli misafirler,

Arap Baharı’na gelince, başından beri, Türkiye bu tarihî değişimin en büyük destekçisi olmuştur. Neden? Çünkü demokrasiye doğru atılan her adım bu ülkelerin hem kendi vatandaşlarının meşru beklentilerini karşılamak, hem de uluslararası topluluklara göre bu ülkelerin daha güvenilir birer ortak olabilmesi açısından çok büyük önem taşımaktadır.

Sonuç olarak, kendi hak ve şerefleri için mücadele eden insanların yanında yer almak konusunda tereddüt etmedik. Biz de uluslararası toplum ile beraber tarihin haklı tarafında yer almayı seçerek stratejik bir karar verdik.

Öncelikle, Arap rejimlerine, kendi halklarının meşru beklentilerini tam olarak karşılamasının gerekliliği yönündeki çağrılarımızı defalarca yineledik. Bunu başaramadıklarında da bölge insanlarıyla güçlerimizi birleştirdik ve onların isteklerini elde etmelerini sağlamaya çalıştık.

Şu anda devrim sonrası değişimi kurumsallaştırma aşamasında olan Tunus, Mısır, Libya ve Yemen gibi ülkelerin en aktif ortağı Türkiye’dir. Bu ülkelerin bize olan büyük sempatisini kazandığımız için yalnızca kendi deneyimlerimizi paylaşmıyor, aynı zamanda ekonomik iş birliği ve siyasi kapasite inşası konularında da onlara somut yardımlarda bulunuyoruz.

Özellikle de dinî özgürlük ve laiklik konusundaki yaklaşımımız, bu nosyonları demokratik çoğulculuk ve devletle toplum arasındaki uyumun güvencesi haline dönüştürme şeklimiz ile oldukça alakalıdır.

Bazıları, bu devrimlerin gerçek beklentileri ne kadar karşılayacağı konusunda hala tereddüt içindeler. Bu süreç içerisinde iniş ve çıkışların olacağını öngörmeleri normaldir.

Ne de olsa onlarca yıllık diktatörlükleri işleyen demokrasilere çevirmek hiç de kolay bir iş değildir. Ama gerçekten insanların istediği aslında budur ve biz de onlara yardım etmek için yanlarında olmalıyız.

Öte yandan Suriye’de, baskıcı rejim politikaları yüzünden henüz meyve vermeye başlamamış olan devrimin hala ortalarındayız. Her gün onurları için çok sayıda insan hayatını kaybediyor. Ve yine bizler uluslararası toplum olarak bu halkların demokrasi yolculuklarında destek olmakla yükümlüyüz.

Türkiye, kendi adına, Suriye’deki insanların acılarını hafifletmek adına, elinden geleni yapmaktadır. Diğerlerinin yanı sıra, ülke rejiminin uyguladığı şiddetten kaçan yaklaşık 25.000 Suriyeliyi ülkemizde misafir etmekteyiz.

Aynı zamanda Suriye Ulusal Konseyi tarafından temsil edilen muhalifler ile sürekli temaslarımızı sürdürüyoruz ve onları, ülkelerindeki tüm vatandaşları kapsayan, insanların haklarını tamamiyle temin eden yeni bir Suriye için, yeni bir vizyon oluşturmaları doğrultusunda teşvik etmeye çalışıyoruz.

Fakat şunu söylemem gerekir ki uluslararası toplum bir bütün olarak var olan krize etkili bir tepki göstermemiştir. Altı maddelik Annan Planı, tüm yönleriyle acilen uygulanmaya başlanırsa Suriye’de düzenli bir geçiş elde etmek için hala son bir şans olabilir. Bu nedenle, şimdi Suriyeli insanlarla dayanışma zamanıdır ve gecikmeksizin bu yönde gerekli adımların atılması gerekir.

Küresel gündemde en üst sıralarda yer alan bir diğer husus da İran’ın nükleer programıdır. Bu bağlamda, nükleer silahların yaygınlaşma ihitmaliyle ilgili olarak Türkiye elbette büyük endişe taşıyan ülkeler arasındadır. Bölgemizde, hiçbir şekilde kitle imha silahı görmek istemiyoruz ve bu silahların elde bulundurulmasına da kesinlikle karşıyız.

Bu tür silahların edinilmesi veya geliştirilmesine yönelik teşebbüsler, bunlara sahip olmak için bölgesel bir yarışı tetikleyebilir ve bu da uluslararası barış ve güvenliği tehdit eden daha büyük bir dengesizliği ortaya çıkarır. Bu nedenledir ki, hem İran hem de İsrail dâhil olmak üzere Orta Doğu’da kitle imha silahı bulunmayan bir serbest bölgenin oluşturulması için uzun süredir çağrıda bulunmaktayız. Bölgemizde hali hazırda yeterli miktarda çatışma kaynağı mevcuttur ve bizim için bu husus öncelik taşıyan bir sorun teşkil etmektedir.

Özetle, İran’ın nükleer programı ile ilgili görüşlerimiz bunlardır. Barışçıl amaçlı nükleer enerji kullanma haklarını destekliyoruz. Ama İran’ın şeffaf bir politika izlemesini ve programlarının doğasının askerî amaçlı olmadığına dair gerekli veri ölçümleri ile birlikte uluslararası topluma teminat vermesini de istiyoruz.

Buradaki kilit unsur, her iki tarafın arasında bulunan güven boşluğunun kapatılması ve anlamlı bir diyalog süreci yolunun açılmasıdır. Ve hepiniz biliyorsunuz ki, biz bu amaca ulaşabilmek için aktif bir şekilde çalışmaktayız.

Örneğin Mayıs 2010 Tahran Deklarasyonu ile Türkiye ve Brezilya’nın İran’ın zenginleştirilmiş uranyum kaynaklarının yarısından çoğunu kendi ülkeleri dışına transfer etmeleri için ikna etmesi, güven tesisi yönünde önemli bir unsur olmuştur.

Benzer uzlaşı arayışlarının hala söz konusu olması göz önünde bulundurulacak olursa, o dönemde böyle bir fırsatın kaçırılmış olması çok büyük talihsizliktir.

Her koşulda, alternatifleri göz önünde bulundurduğumuzda, diyalogu kolaylaştırmak ve sağlamaya çalışmak dışında bir seçeneğimiz olmadığını düşünüyoruz. Çünkü bu soruna askerî bir çözüm bulunması imkânsızdır. Bu tür bir hareket, eldeki sorunun daha da büyümesine yol açar ama aynı zamanda

bölgemizde ve ötesinde yeni çatışma alanlarının oluşmasına neden olur. Bu sebeple, geçen Nisan ayında İstanbul’da İran ve P5+1 arasında yakın geçmişteki müzakerelere ev sahipliği yaptık.

Tarafların, soruna odaklanmış bir gündem ile diyaloglarını sürdürmek için İstanbul’da karar kılınmasından dolayı mutluyuz. Şimdi de yarın düzenlenecek olan Bağdat toplantısının bu kararları her iki tarafın da pratik adımlara dönüştüreceğini umut ediyoruz.

Uluslararası toplumun ortak hedeflerine Türkiye’nin artı değer katması konusuna gelince, NATO zirvesinde en önemli gündem maddelerinden biri olması nedeniyle Afganistan’dan da bahsetmek isterim. Gerçekten de, uluslararası toplumun bu ülke ile ilgilenmeye başladığı 2001’den beri, Afganistan’ın güvenliğinin takviye edilmesi ve yeniden yapılandırılması konusunda Türkiye her zaman önemli bir rol oynamıştır.

Son 10 yıldır, yaklaşık 2000 askerimiz ile Uluslararası Güvenlik Destek Gücü’nü (ISAF) birçok kez komuta ettik. Ayrıca, Vardak ve Cevizcan’da iki ayrı Eyalet Yeniden Yapılandırma Ekibi oluşturduk. Velhasıl, Türkiye, ekonomi projeleri, insani yardımları ve kapasite inşası programları ile Afganistan’da şu ana dek en kapsamlı destek programını yürütmektedir.

Ve şu anda mevcut uluslararası askerî birliklerin geri çekilmesi konusunu görüşülmeye başlanmışken, Afganistan’la bağlantılarımızı koparmayacağımızı ve olabilecek her şekilde desteğimizi sürdüreceğimizi kesin bir dille ifade etmek isteriz.

Bu bakımdan, Türkiye ve Birleşmiş Milletler arasındaki iş birliği özellikle önemli ve takdire değerdir. İki ülkenin, Afgan güvenlik güçlerini eğiterek Afganistan’da güvenliğin sürdürülmesi için gerekli imkânlara sahip olması dışında ulusal arabuluculuk çabaları konusunda oynamamız gereken önemli bir rolümüz olduğunu da düşünüyoruz.

Ne de olsa, aslında Afganistan’ın geleceği kendi vatandaşlarının elindedir ve burada kilit unsur ülke içindeki farklılıkların giderilmesi ve kapsamlı bir siyasi sürece yol açılmasıdır. Türkiye ve Amerika Birleşik Devletleri, Afganistan tarafından yürütülecek böyle bir süreci destekleyebilecek az sayıdaki ülkelerdendir.

Ayrıca, Afganistan ve onun komşu ülkelerinin karşı karşıya kaldığı sorunların çözümünü kolaylaştıracak şekilde bir bölgesel sahiplenme duygusunun yaratılması ve bölgesel iş birliğinin teşvik edilmesi için gerekli her türlü desteği de vermeye kararlıyız.

Bu doğrultuda, İstanbul’da geçen sonbaharda Altıncı Türkiye-Afganistan-Pakistan Üçlü Zirvesi’ne, ilgili ülkelerin askerî ve istihbarat liderlerinin de katılımıyla ev sahipliği yaptım. Öte yandan Pakistan’ın meşru kaygılarını da, daha geniş bölgesel bir açıdan göz önünde bulundurmamız gerektiğini düşünüyorum.

NATO Zirvesi’nin ana gündem maddesi olan Afganistan’a da değindikten sonra, zirve toplantısının kilit maddelerinden biri olan füze savunma sisteminden de bahsetmek istiyorum. Hatırlayacağınız üzere, Türkiye’nin NATO’ya bağlılığının bir ölçütü olarak geçen yıla kadar ateşli tartışmaların en önemli gündem konusu buydu.

 

Bize göre NATO’ya olan sadakatimiz ve müteffiklerimizle olan dayanışmamız hiçbir zaman sorgulanabilir bir konu olmamıştır. İttifakın, üyelerinin güvenliği ve kolektif savunması konusundaki oynadığı rolü takdir etmekteyiz ve NATO’nun faaliyet ve programlarına katkıda bulunmak için elimizden gelen her türlü görevi yerine getirmek konusunda kararlıyız.

Bu nedenle de, söz konusu konseptine Lizbon’daki son zirvede karar verilen, NATO’nun füze savunma sistemi ile ilgili Türkiye’de radar sistemine ev sahipliği yapmayı kabul ettik. Bunun, güncel uluslararası güvenlik ortamında haklı bir adım olduğunu düşünüyor ve bu kararı birliğin hayati önem taşıyan kolektif bir yetkinliği olarak görüyoruz. Bu kararın hiçbir ülkeye karşı agresif veya saldırgan bir hareket içerdiğini düşünmüyoruz. Hatta tam aksine, bu kararı, birlik üyelerinin insanlarını ve bölgelerini korumak amacıyla tasarlanmış bir savunma projesi olarak görüyoruz.

Öte yandan, Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa ülkeleri ile olan köklü stratejik ilişkiler bize özel bir kabiliyet sağlamaktadır. Türk ve Amerikan politikalarının örtüştüğü birçok konu mevcuttur. Bizim güçlü iş birliğimizin, ısrarlı küresel ve bölgesel zorluklar ve çatışmaların büyük bir kısmının çözülmesinde bir “diplomatik çarpan” etkisi göstereceğini hep dile getirmişimdir. Orta Doğu, Afganistan, Orta Asya, Balkanlar ve Kafkaslar’daki uyumlu çalışmalarımız örnek teşkil etmektedir.

Ve nihai olarak, uluslararası topluma daha çok fayda sağlamak için gittikçe artan olanaklarımız ve kabiliyetlerimizi kullanarak destekte bulunmak konusunda kesinlikle kararlı olduğumuzu söylemek isterim. Yeni sorumluluklar almaktan hiçbir zaman kaçınmayacağız.

Bu hedef doğrultusunda, 2015-2016 dönemi için Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ne bir dönem daha üyelik yolunda çalışmalarımızı sürdürmekteyiz. Bölgemizde gelişmekte olan olayları göz önünde bulundurduğumuzda, bu kritik aşamada Türkiye’nin konseye katkılarının çok büyük önem taşıyacağını düşünüyoruz.

2015 yılında, umut ediyoruz ki güvenlik konseyi üyeliğimiz ile aynı zamanda, G-20 zirvesinin başkanlığını üstleneceğimizi düşünüyoruz. Ve bu forumun, küresel yönetimin daha etkili bir organı haline gelmesi için, elimizdeki olanak ve yetkinliklerimizi kullanmayı taahhüt ediyoruz.

Sonuncu ama bir o kadar da önemli olan mevzu ise AB üyeliği için teşebbüslerimizi devam ettirmek konusunda kararlı olmamızdır. Şu anda sahip olduğumuz gelişme düzeyinden dolayı Türkiye’nin hala AB üyeliğine ihtiyacı olup olmadığını birçok insan bana soruyor. Ama burada soru Türkiye ve AB’nin birbirlerine ihtiyaç duyup duymadıkları değildir. Türkiye de, AB de kendi kendilerine yetebilirler. Burada esas mesele, her ikisinin kendileri, komşuları ve başka ülkeler için birlikte neler yapabilecekleridir.

Bu bakımdan Türkiye’nin AB üyeliğinin resmi bağlamından öteye geçen bir etki yaratacağına inanmaktayız. Bu durum, bu ilişkiyi yakından takip eden ve değerler ve bu değerlerin evrenselliğiyle ilgili sorulara cevap arayan birçok ülke için esin kaynağı olacaktır.

Değerli misafirler,

Dünyanın hızlı dönüşümü ile başa çıkabilmek için, değişen gerçekleri de göz önünde bulundurarak kendimizi de sürekli değiştirmek zorundayız. Bu doğrultuda, Türkiye ülke içi düzeni sağlamlaştırmak yolunda yine büyük bir adım atmak üzeredir. Türk Parlamentosu, Türk toplumu ve dinamizminin değişikliklerine daha iyi cevap verebilecek yeni bir anayasa hazırlığı içindedir.

Bu gelişmenin demokrasimizi, Türk halkının istekleri ve beklentileri ile uyumlu olan başka bir düzeye çıkaracağına inanıyoruz. Benzer uygulamalar ile uğraşmakta olan bölgemizdeki diğer ülkeler için bu adımımız güzel bir örnek teşkil edecek ve Türkiye’nin başarı hikâyesini daha da önemli kılacaktır.

Benzer şekilde, ekonomik performansımızı geliştirmek için birçok adım atmaya devam edeceğiz. Bu hedefe ulaşmak için, dünya ile olan ekonomik entegrasyonumuzu arttıracağız, bu da Türkiye’nin tüm ilgili ortaklar için daha fazla yatırım ve ticaret dostu bir ülke olmasını sağlayacaktır. Örneğin, ABD ile olan ekonomik iş birliğimizi daha da derinleştirme arzumuzun arkasındaki sebep de budur ve şu andaki iş birliğimizin sahip olduğumuz potansiyelin çok altında olduğunu düşünüyoruz. Başkan Obama’nın da belirttiği gibi, eğer bizler Türkiye ve ABD arasındaki ekonomik potansiyeli tam olarak ifa edemezsek uzun vadede stratejik ilişkilerimizin temeli kayabilir.

Birçok küresel ekonomik riske rağmen Türkiye ekonomisi sağlam makro temeller üzerine oturtulmuştur. Günümüzde ekonomimiz sağlam kamu finansmanına, sürdürülebilir borç dinamiklerine, güvenli bir bankacılık sistemine, işlevsel kredi pazarlarına ve muktedir para aktarma mekanizmalarına sahiptir.

Elimizdeki rakamlar da zaten bunu kanıtlamaktadır:

Mali disiplin açısından, bütçe açığımızın gayri safi yurt içi hâsılamıza oranı 2011 yılı için yüzde 1.4’tür ve bu da yüzde 3 olan Maastricht kriterinin oldukça altındadır. Devlet borcu stokumuzun gayri safi yurt içi hâsılamıza oranı yüzde 39’dur ve yine yüzde 60 olan Maastricht kriterinin oldukça altındadır. Finansal yapımız açısından, Türk bankaları güçlü, yüksek kara ve yüzde 17 sermaye yeterlilik oranına sahip iyi sermayeli bankalardır. Netice itibariyle, devam eden ekonomik kriz süresince hiçbir Türk bankasına bir sent bile ödemedik.

Yine de, bu pozitif görünümümüz bizim kendimize aşırı güvenli olmamıza neden olmadı. Hükümetimiz, şu andaki yüksek cari hesap açığı da dâhil olmak üzere risklerin üstesinden gelmek için gerekli kararları zamanında almaktadır.

2009 yılından beri orta vadeli programlar düzenleyerek küresel ekonomik krizlere karşı koyduk. Siyasi seçeneklerimize tahmin edilebilme unsuru getirmemizin önemli olduğunu düşündük. O zamandan beri bu programları son derece karalı bir şekilde uygulamaktayız. Türk hükümeti, kritik sektörlerde yatırım ve üretimi teşvik eden akıllı önlemleri yürürlüğe koyarak yüksek cari açığımızı azaltmayı amaçladığımız yeni bir teşvik paketini de ortaya koydu.

Öte yandan, kendi ülkemiz içerisinde üretkenliğimizi de arttırmayı hedefliyoruz. Bu nedenle, hükümetin şu andaki önceliği daha fazla araştırma ve geliştirme yatırımı yapmak ve aynı zamanda da genç ve kalifiye iş gücümüze daha çok mesleki eğitim sağlamaktır.

Bu nedenle de, Amerika birleşik Devletlerindeki bir sonraki durağım, Kaliforniya’daki Silikon Vadisi olacaktır.

Değerli misafirler,

Oldukça uzun olan konuşmam boyunca, Türkiye’nin dünya siyaseti üzerindeki durumu hakkında size bir fikir vermeye çalıştım. Türkiye’nin kendi bölgemizde ve hatta ötesinde de ortaya çıkan bir güç oluşumuz, yalnızca bizim değil aynı zamanda siz Amerika’lı dostlarımızın da değerlendirmesidir. Geçen ay Türk Harp Okulundaki konuşmamda da söylediğim gibi Türkiye yürüttüğü siyaset açısından “erdemli bir güç” ortaya koymalıdır.

Erdemli bir güç ortaya koymak adalet, demokrasi ve insan onuru gibi değerler ile millî menfaatlerimizi kontrol etmemizi gerektirmektedir. Biz dış politika hedeflerimizi baskı kurarak değil ortak iş birliği ile elde etmeye çalışıyoruz. Bu nedenle bizim güç anlayışımız, yalnızca başkalarına değil aynı zamanda başkaları ile birlikte güvenlik ve refah sağlamayı, bunu yaymayı ve devam ettirmemizi salık vermektedir.

Türkiye ve Amerika Birleşik Devletleri örnek bir iş birliği ruhunu ve dayanışmayı onlarca yıldır ortaya koymaktadırlar. Hala geliştirilebilir pek çok alan olmasına rağmen, bu model iş birliğinin değerini göz ardı etmemeliyiz. İlişkilerimizi genişletebilir ve derinleştirebilirsek, bu yüzyılda barış ve istikrar açısından çok büyük bir fark yaratabiliriz.

Chicago Küresel İlişkiler Konseyi’nin de bizim bu görüşümüzü desteklediğinden hiç şüphem yok.

Teşekkürler

Yazdır Paylaş Yukarı