Anayasa Mahkemesi'nin 50. Yıl Dönümü Vesilesiyle Düzenlenen Uluslararası Sempozyumda Yaptıkları Konuşma

25.04.2012
Yazdır Paylaş Yazıları Büyült Yazıları Küçült

Sayın Başkan,

Değerli Misafirler,

Kıymetli Hukukçular,

Hanımefendiler, Beyefendiler,

Anayasa Mahkememizin Kuruluşu’nun 50. Yıldönümü vesilesiyle düzenlenen Uluslararası Sempozyum’da, siz değerli katılımcı ve hukukçulara hitap etmekten büyük memnuniyet duyuyorum. Hepinizi en kalbi duygularımla selamlıyorum.

Sempozyum’un Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da büyük bir demokratik dönüşümün yaşandığı, dünyada sosyal adaletsizliklere karşı pek çok halk hareketinin görüldüğü bir dönemde ülkemizde düzenlenmesini ayrıca önemli buluyorum.

Türkiye,  Osmanlı döneminden başlayarak güçlü bir anayasa geleneğine sahip, dinamik demokrasisi ve işleyen piyasa ekonomisiyle dikkat çeken bir ülkedir.

Halkının büyük bir çoğunluğu Müslüman olan Türkiye’nin, bir yandan, kendi değerleriyle gurur duyarken, diğer yandan, demokrasi, insan hakları ve çoğulculuk gibi evrensel değerleri benimsemiş ve hayata geçirmiş olması; ülkemizi tüm dünyada emsalsiz bir konuma oturtmuştur. Dolayısıyla, Türkiye, bu konuları tartışmak için son derece uygun bir yer teşkil etmektedir.

Sayın Başkan,

Kıymetli Misafirler ve Katılımcılar,

Sempozyumun bugün öğleden sonra ve yarın yapılacak oturumlarında, siz değerli hukukçular ve bilim adamları “’21. Yüzyılda Hak ve Özgürlük Hareketleri ve Anayasa Mahkemelerinin Rolü” konusunu enine boyuna tartışacaksınız.

Bu nedenle, konuşmamda teknik hukuki değerlendirmelerden ziyade, adalet kavramının toplum hayatının bütün veçheleri bakımından önemi hakkındaki görüşlerimi öncelikle sizlerle paylaşacağım.

Bilahare, adaletin tecellisinde vazgeçilmez bir rolü olan devlet ile toplum ilişkisini düzenleyen anayasalara ilişkin düşüncelerimi aktaracağım.

Nihayet, ülkemizdeki yeni anayasa çalışmaları ve bölgemizde cereyan eden olaylara ilişkin görüşlerimi ifade edeceğim.

Değerli Misafirler,

Adalet, insanlığın bidayetten beri yiyecek gibi, barınma gibi, ihtiyaç duyduğu bir kavramdır. Adaletin olmadığı bir ahvalde, fertlerin kendilerini özgür ve mutlu hissetmeleri beklenemez.

Bu nedenle, hukukun da, siyasetin de, ekonominin de, uluslararası ilişkilerin de ulaşmak istediği nihai hasıla/ürün adalettir.   Din, ahlak ve felsefenin temel konularından birisi de şüphesiz adalettir.

Dolayısıyla adalet; rasyonel olduğu kadar, tabii bir ihtiyaç ve ahlaki bir mesuliyettir. 

Başka bir deyişle adalet: Hakkaniyettir; vicdandır; özgürlüktür; eşitliktir; hakça paylaşımdır; uyumdur; fazilettir; huzurdur; barıştır.

Toplum hayatı için böylesine temel ve vazgeçilmez bir kavram olan adaletin tüm fonksiyonlarıyla tecelli etmesi çok önemlidir.

Netice itibariyle, bireylerin hak ve özgürlüklerinin teminat altında olmadığı bir “hukuk düzeni”nde adaletten söz edilemez. Esasen hukukun erdemi, ancak adaletin tecellisine imkân veriyorsa ortaya çıkar.

Başkalarının hak ve özgürlükleri ile farklı kimlik ve yaşam biçimlerine hoşgörü göstermeyen bir “toplum düzeni”nde uyumdan, adaletten bahsetmek sözkonusu olamaz.

Fırsat eşitliğinin ve hakça bölüşümün olmadığı bir “ekonomik düzen”de ise, beşeri kalkınmadan ve sosyal adaletten bahsedilemez. 

Öte yandan, toplum adına suçluları adil bir şekilde yargılayıp, cezalandıramayan veya ıslah edemeyen bir “kamu düzeni”nin sürdürülebilir olması mümkün değildir.

Aynı şekilde, devletlerarası ilişkilerde hakkaniyete özen göstermeyen ve insanlığın ortak değerlerine sahip çıkmayan bir “uluslararası düzen”in, dünyada barış ve istikrarı sağlaması düşünülemez.

Ayrıca, “geçmişe karşı adil bir hafıza”ya sahip olmak ve “gelecek nesillere karşı adil bir sorumluluk” taşımak da; toplumların bekası bakımından son derece önemli birer erdemdir. Geçmişe yönelik adil bir hafızaya sahip olmadan, geleceği inşa edemeyiz.

Diğer taraftan, insanlığın ortak mirası olan kültürel varlıklara ve çevreye hoyratça davranarak gelecek nesillerin hakkının bugünden gasp edilmesi; vahim bir adaletsizliktir. Bu nedenle sürdürülebilir kalkınma ve çevre bilinci içinde hareket etmek,  “geleceğe karşı adil olmanın”  bir icabıdır.

Değerli Katılımcılar,

Adalet duygusu rasyonel, tabii ve ahlaki boyutları itibariyle evrensel bir geçerlilik taşısa da, adaletin kendiliğinden tecelli edeceğini düşünemeyiz.

Bu noktada, 1990’lı yıllarda kaybettiğimiz büyük düşünür Karl Popper’ın özgürlüklerin ve bilginin korunmasında kurumların önemine işaret ettiği gibi; adaletin tecellisinde de, hukuki enstrümanlar ile hukuki kararları alacak ve gereğini icra edecek kurumların ehemmiyeti kritiktir.

Bahsekonu çerçevede, birey ve toplum ile devlet arasında temel sözleşme niteliği taşıyan, devletin kurumları arasındaki ilişki ve dengeleri belirleyen anayasalar; özel bir önem taşımaktadır. Tabiatıyla, bu süreçte millet adına anayasal denetimi sağlayan kurumların rolü de izahtan varestedir.

Kıymetli Misafirler,

Değerli Hukukçular,

Anayasa ile ilgili konulara geçmeden önce, küreselleşme çağında modern demokratik devletin vasıflarına ilişkin düşüncelerimi sizlerle paylaşmak istiyorum. Zira, örgütlü toplum hayatının en güçlü organı olan devlet, doğal olarak anayasaların da temel öznelerinden biridir. 

Tarih boyunca pek çok filozof, ideal devlet ve toplumun nasıl olması gerektiği konusunda fikir yürütmüşlerdir.

Aristo’dan, Sokrat ve Plato’ya; Farabi’den, Nizam-ül Mülk ve İbn-i Haldun’a; Hobbes’dan, Locke ve Kant’a; Rousseau’dan, Hegel ve Marks’a; Weber’den, Hayek ve Popper’a kadar birçok düşünür, bu konuyu derinlemesine tahlil edenler arasındadır.

İşleyen ve etkin bir toplum hayatı için, şüphesiz güçlü bir devlete ihtiyaç vardır. Güçlü devlet geleneği, büyük medeniyetlerin bugüne kadar varlıklarını sürdürmesinde kuşkusuz önemli rol oynamıştır.

Çin, İran, İngiltere ve Türkiye gibi ülkelerin, bugün hala uluslararası siyaset ve medeniyet sahnesinde öndegelen bir konumda olmalarında; sahip oldukları binlerce yıllık devlet geleneğinin payı büyüktür.

Ancak, devletin güçlü olması, tek başına bir erdem değildir. Devletin gücünü, başta kendi halkına olmak üzere, nasıl kullandığı da önem taşımaktadır.

Bu nedenle, modern demokratik devlete giden süreçte en önemli ikinci husus ise; devletin gücünün sınırlandırılması ile hukukun üstünlüğü kavramları olmuştur.

Özellikle, Abbasiler, Emeviler ve Osmanlılar gibi İslam imparatorluklarında adalet,  hukukun üstünlüğü ve istişare gibi kavramlar güçlü bir şekilde kök salmıştır.

Bu nedenle, “adalet mülkün temelidir” gibi sözlerin bugün hala kullanılıyor olması tesadüfi değildir.  İslam toplumları, başka kelimelerle ifade edilse de; bugün evrensel değerler olarak gördüğümüz hak, hukuk, adalet, şeffaflık ve hesap verilebilirlik gibi ilkeleri; yüzyıllar boyunca kendilerine şiar edinmişlerdir.

Maalesef İslam toplumlarında yaşanan siyasi ve toplumsal çürüme ile ekonomik gerileme nedeniyle, bu köklü gelenekte, zaman içinde büyük aşınmalar meydana gelmiştir.

İslam ülkelerinin pek çoğunun maruz kaldığı sömürgecilik ile bilahare Soğuk Savaş’ın ideolojik baskılarının ortaya çıkardığı toplumsal psikoloji; bu toplumların bahsettiğim kendi değerlerine yabancılaşmasına yol açmıştır.

Bugün sevinerek ifade etmeliyim ki, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da yaşanan halk hareketleri; bölge halklarının hukukun üstünlüğü gibi tarihte oluşmasına katkıda bulundukları evrensel değerlerle yeniden buluşması fırsatını tanımıştır.

Bununla birlikte, modern demokrasinin kuşkusuz en son ve en önemli öğesi olan hesap verilebilirliğin hâkim olması; demokratikleşme yolundaki toplumların en önemli imtihanlarından birini teşkil edecektir.

Değerli Katılımcılar,

Küreselleşmenin adeta “yaratıcı  imha” (creative destruction) sürecine maruz kalan pek çok toplumsal kavramı; bugün yeniden yorumlamak ve değerlendirmek durumundayız.

Daha önce de çeşitli vesilelerle ifade ettiğim gibi, küreselleşme; gerek modern devletin fonksiyonları, gerekse toplumsal insicamın unsurları bakımından bizleri birçok sorun ve açmazla karşı karşıya bırakmıştır.

Bu kapsamda şu ikilem ve sorunları zikredebiliriz:

-“kişi hak ve özgürlüklerinin genişletilmesi ile güvenlik”,

-“yürütmenin çoğunluk iradesine dayanan icraatı ile çoğulculuk”,

-“yürütmenin etkinliği ile fren ve denge sistemine dayanan güçler ayrılığı prensibi”,

-“laiklik ilkesi temelinde din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması ile inanç ve ibadet özgürlüğünün teminat altına alınması”,

-“kültürel kimlik ve çok kültürlülük ile toplumsal entegrasyon ve insicam”

-“milli egemenlik ile egemenliğin devri ve uluslararası meşruiyet”,

-“teşebbüs hürriyeti ile regülasyon”,

-“bireysel fayda ile toplumsal maliyet”,

-“ekonomik büyüme ile adil paylaşım”,

-“milli çıkar ile küresel sorumluluk”,  

-“ekonomik kalkınma ile sürdürülebilir çevre”.  

Dolayısıyla, anayasalar yapılırken, bahsettiğim ikilem ve sorunlara getirilecek optimal çözümler; modern demokratik devletin vasıflarının oluşmasında, belirleyici bir rol oynayacaktır. 

Malumları olduğu üzere, geleneksel devlet; kendi güvenliği ve bekasını her şeyin üstünde tutan; sınırları içindeki toplumu, bu amaç uğrunda örgütlenmesi gereken bir vasıta olarak gören; bir kurum niteliği taşımıştır.

Günümüzde de hala devlet kurumunu bu çerçevede değerlendiren;  devletin güvenliğini, halkın temel hak ve özgürlüklerinin üzerinde gören; “halksız bir demokrasi” ve “hakkaniyetsiz hukuk” oluşturmaya çalışan; rejimler bulunmaktadır.

Ancak, teknolojik gelişmeler; özellikle iletişim ve sosyal medya alanında kaydedilen yenilikler; dünyada olup biten her şeyin, herkes tarafından öğrenilmesine ve mukayese edilmesine yol açmıştır.

Bu gerçeğin farkına varan lider ve rejimler, değişime öncülük ederken; bunun farkına varamayan, değişime direnen lider ve rejimler ise, hem kendilerine, hem de haklarına, büyük bedel ödetmişlerdir.

Arap Baharı’nın da gösterdiği üzere, korkuyla, bu tür baskıcı yöntemlerle halkları yönetmek devri de artık bitmek üzeredir.

Artık çağımızda, devletin yegâne varlık ve meşruiyet sebebinin; halkının meşru arzu, talep ve beklentilerini karşılamak olduğu yönünde bir anlayış ağırlık kazanmaktadır.

Netice olarak,  hem dünyada demokratik genişleme devam etmekte; hem de en baskıcı rejimler dahi kendilerini adil ve demokratik gösterme mecburiyetini hissetmektedirler. Bu itibarla demokratik devlet, tüm dünyada en azından ahlaki üstünlüğü (moral highground) ele geçirmiş durumdadır.

 Modern demokratik devlet; insanı, ferdi, toplumsal anlamda belirleyici öğesi olarak kabul eden bir kurum olmak durumundadır.

 Özgürlük-güvenlik dengesinde, özgürlükler alanının genişletilmesini düstur edinen bir yapı olmalıdır. Devlet; eşitlikçi, çoğulcu ve katılımcı bir demokrasiyi kurumsallaştıran bir mekanizma teşkil etmelidir.

Modern demokratik devlet, bir yandan haksızlığı, şiddeti, vahşeti ve güçlünün güçsüze tahakkümünü önleyen; diğer taraftan sosyal adaleti, barışı ve refahı sürdürülebilir kılan bir kurum niteliği taşımalıdır.

Doğal olarak demokratik devlet, bir anda ve tek bir yasayla ortaya çıkmamıştır. Esas süreç, toplum ve devletin, yani “temsil edilen” ile “temsil edenin” hak ve sorumluluklarının sınırlarının çizilmesiyle başlamıştır. Anayasal hareket ve süreçlerin temel odak noktasını da bu konu teşkil etmektedir.

Ancak, unutulmamalıdır ki, “demokrasi statik bir mükemmeliyet rejimi” değildir. Demokratik devlet ve toplum; dinamik bir olgu olup; “terakkiperver” (progressive) bir gündemle iyileştirilmeye, her zaman ihtiyaç duyar. Dolayısıyla toplumun, devletin değişimlere ayak uydurmasını talep etmesi tabiidir.

Nihai tahlilde çağımızın devleti:

-Hukukun üstünlüğünü düstur edinen “demokratik bir devlet”tir.

-Temel insan hak ve özgürlüklerinden taviz vermeden güvenlik ve istikrarı sağlayan “özgürlükçü bir devlet”tir.

-Ekonomik büyümeyi sağlarken, hakça bölüşümü ihmal etmeyen “sosyal bir devlet”tir.

-Milli çıkarlarının peşinde koşarken, insanlığa karşı sorumluluklarının bilincinde olan “erdemli bir devlet”tir.

-Ekonomik kalkınma politikalarında başta çevre olmak üzere gelecek nesillere yönelik mesuliyetinin farkında olan “sorumlu bir devlet”tir.

-Ülkede işleyen bir piyasa ekonomisini mümkün kılarken, toplumsal maliyetleri en aza indirgeyecek “düzenleyici bir devlet”tir.

-Sadece “hesap soran” değil, aynı zamanda “hesap veren bir devlet”tir.

-Milli iradenin tecellisini “çoğunlukçu” değil, “çoğulcu bir anlayışla sağlayan bir devlet”tir.

-Halkın tüm kesimlerini kucaklayan ve farklılıkları zenginlik olarak gören “müşfik ve hoşgörülü bir devlet”tir.

Tabiatıyla, bu referanslar daha da genişletilebilir. Ancak, bahsettiğim referanslarla örtüşen devletlerin sayısının artmasının; Kant’ın öngördüğü gibi yeryüzünde “ebedi barışa” (perpetual peace) yaklaşılması yolunda, önemli bir merhale teşkil edeceği kanaatindeyim.

Kıymetli Misafirler,

Türkiye’nin uzun süredir gündeminde yeralan konulardan biri, yeni bir anayasanın hazırlanması hususudur.

Halkımızın büyük çoğunluğu, yürürlükteki anayasanın ihtiyaçlarımıza cevap vermemesinden; ülkemizin demokratik olgunluk ve çeşitliliğini kısıtlamaya çalışmasından; milletimizin zenginliklerini yok saymasından rahatsızlık duymaktadır.

Özellikle geçen Haziran’da yapılan seçimlerin ardından katılımcı ve temsili demokrasi kriterleri bakımından meşruiyeti yüksek bir Meclis tablosunun ortaya çıkması, halkımızın bu doğrultudaki beklentilerini yükseltmiştir.

Türkiye tarihinde ilk defa, yeni anayasa çalışmaları; Sayın Meclis Başkanımızın liderliğinde, toplumun birçok kesiminin temsilcilerinin doğrudan iştirakiyle yürütülmektedir.

Aziz milletimizin önünde, 1921 ve 1924 Anayasalarından beri ilk defa, doğrudan millet tarafından bir anayasa yapılması fırsatı bulunmaktadır.

Daha önce pek çok vesileyle ifade ettiğim üzere; yeni anayasa sürecinde, millet olarak özgüven içinde bulunmamız için sağlam sebeplerimiz mevcuttur.

Güçlü bir devlet geleneğine ve pek çok imparatorluğun miras ve reflekslerine sahibiz.

Böyle bir mirasa sahip milletlerin temel vasıfları; özgüvenli, dirayetli, geniş ufuklu ve hoşgörülü olmalarıdır. 

Tüm bunlara ilave olarak, 1808 Sened-i İttifak’la başlayan 200 yılı aşkın bir anayasa ve demokratikleşme süreci tecrübemiz var.

Bundan yüz kusur yıl önce Yemen’de, Hicaz’da, Şam’da, Selanik’te halkın önüne seçim sandığı koyarak; o zamanın şartlarına göre halkın demokratik tercihlerine başvurmuş bir milletiz.

İlk Anayasasını 1876’da ilan etmiş; ilk Parlamentosunu 1877’de toplamış; ilk çok partili çoğulcu seçimleri 1908’de gerçekleştirmiş bir ülkeyiz.

Ülkemizin işgaline karşı çıkan ve Kurtuluş Savaşımıza öncülük eden örgütün adını; “Müdafaa-ı Hukuk Cemiyetleri” olarak koyacak kadar “istiklal ve istikbalini, hukukta arayan” bir halkız.

Bu süreçte elbette çok acı tecrübelerimiz de oldu. Ancak, bu acı tecrübelerden çıkarılacak dersler dahi, yeni bir anayasa yapma sürecimizde bizlere ışık tutacaktır.

Bizzat Gazi Mustafa Kemal’in riyaset ettiği Meclisimizin hazırladığı 1921 ve 1924 anayasalarımızdan sonra yapılan tüm anayasalar; maalesef, demokrasimizin, dolayısıyla milli iradenin askıya alındığı; ara dönemlerin ürünüdür. Darbe ürünü olan 1961 anayasasıyla, Cumhuriyetimizin Kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün öncülük ettiği millet iradesine dayanan 1924 anayasası lağvedilmiştir.

Yine böyle bir dönemin ürünü olan ve halen yürürlükte olan 1982 Anayasası da; son yıllarda yapılan çok kapsamlı reformlara rağmen,  iç sistematiğini yitirmiş; artık milletimizin ulaştığı demokratik ve ekonomik seviye nazarı itibariyle, dar gelmeye başlamıştır.

Çünkü 1982 anayasası, o dönemin ruhunu taşıyan, darbe ürünü, vesayetçi, bürokratik-otoriter niteliği olan bir anayasadır. 

Bu nedenle, yeni bir anayasa yapılması artık bir zaruret halini almıştır. Ayrıca, millet olarak darbelerle yüzleşmeye çalıştığımız bir dönemde, hala bir ara dönem anayasasıyla yönetiliyor olmak; ülkemizin ulaştığı demokratik seviyeyle de derin bir çelişki teşkil etmektedir.

Bununla birlikte, anayasalar tepkisel saiklerle hazırlanmamalıdır. Sadece bir önceki dönemin hatalarını düzeltmeye çalışan anayasalar, toplumları ileriye taşıyamazlar.

Siyasi tarih göstermiştir ki; Peloponez Savaşı’ndan beri Atina’da, Roma’da, Fransa’da, Almanya’da ve diğer pek çok ülkede; demokratlar ile otokratlar arasında yaşanan mücadeleyi; sadece yeni anayasa yapmak suretiyle kazanacaklarını zannedenler yanılmışlardır.  Bizim anayasal hareketler tarihimiz de, bu durumun acı örnekleriyle doludur.

Anayasa aracılığıyla bir önceki dönemin “mağdurlarını”, “muktedir ve mağrur kılma” çabası da hep menfi neticeler doğurmuştur.

Çünkü, anayasalar yalnızca bugünün güç dengelerine ve ihtiyaçlarına göre dizayn edilemez. Anayasalar, toplumun gelecekteki ihtiyaçlarını karşılayacak, gelişmesine izin verecek sadelik, esneklik ve tutarlılık içinde olduğu takdirde, kalıcı olabilirler.  Bana göre, İngiliz ve Amerikan anayasa geleneğinin başarısının ardında yatan gerçek budur.

Tabiatıyla, her anayasanın; temel bir felsefesi ve ruhu olacaktır. Ancak, daha önce anlattığım mahzurları nedeniyle anayasalar; hiçbir özel fikrin, partinin, ideolojinin ve doktrinin mührünü taşımamalıdır. 

Dolayısıyla anayasalar, toplumun tüm kesimlerinin hak, özgürlük ve beklentilerini bugün ve gelecekte teminat altına alacak bir nitelikte olmalıdır.

Bu da ancak, toplumsal mutabakatın mümkün olduğunca “asgari müşterek payda”da oluşacağı anlayışıyla kaleme alınan anayasalarla sağlanabilir.

Unutmayalım ki, bugün güçlü olduğumuzda bizi kendi gücümüzden koruyacak bir anayasal kural, yarın zayıf düştüğümüzde bizi başkalarının haksızlığından da korur.

Kıymetli Katılımcılar,

Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni açış konuşmamda belirttiğim gibi, anayasalarımız bugüne kadar, özgürlükler konusunda şüpheci ve katı; sınırlamalar konusunda ise geniş ve esnek bir dille formüle edilmiştir.

Bu nedenle, yeni anayasamız esnek ve özgürlükçü bir karaktere sahip olmalı, anayasa aracılığıyla milletin farklı siyasi çizgilerini zapturapt altına alma, devlet ve millet arasında bir gerginlik oluşturma zihniyetinden uzak durmalıdır.

Yeni anayasa daha önce niteliklerini saydığım modern demokratik devlet anlayışını ruhunda ve lafzında taşımalıdır.

Yeni anayasa, evrensel ilkeleri düstur edinerek, temel hak ve hürriyetleri, herkes için, her yönüyle eşit vatandaşlık temelinde güçlendirmeli ve teminat altına almalıdır.

Yeni anayasa, 200 yıllık anayasa ve demokratikleşme çabalarımızın kazanımlarını pekiştirmeli; millet olarak mutabık olduğumuz, birlik ve bütünlüğümüz ile demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti olan Cumhuriyetimizin temel ilkelerinden taviz vermemelidir.

Devletin, milletin hizmetinde olduğunu unutmamalı, vesayeti örtülü bir şekilde başka organlar aracılığıyla sağlamak yerine, çağdaş demokrasilerde olduğu gibi açık bir şekilde halka tevdi etmelidir.

Modern demokrasilerin şeffaflık ve hesap verilebilirlik kavramlarını, güçler ayrılığı ilkesi ile fren ve denge sistemlerini içinde barındırmalıdır. 

Bu meyanda, yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığı ile basın, ifade ve örgütlenme özgürlüğü en fazla özen gösterilmesi gereken hususlardır.

Netice olarak, yeni anayasada zor olarak gördüğümüz konuları, imparatorluk mirasına sahip olan bir ülkenin refleks ve tecrübelerini özgüven içinde kullanarak aşabiliriz.

Böylece, adaleti bütün veçheleriyle tecelli ettirecek ve Türk demokrasisini kurumsallaştıracak yeni bir anayasaya ulaşabilir;  devirlerden, şahıslardan, iktidarlardan bağımsız; kalıcı, sürdürebilir ve tutarlı bir adalet ve demokrasi ortamı oluşturabiliriz.

Kıymetli Misafirler,

Değerli Hukukçular,

Yeni anayasanın biran önce tekemmül ettirilmesi yönündeki tüm samimi arzularıma rağmen, bu sürecin son derece zor ve zaman alıcı bir süreç olduğunun da farkındayım.

Bu nedenle memleketimizin önünde duran ve çözüm bekleyen acil hukuki meseleleri, daha fazla vakit kaybetmeden çözmemiz gerektiği kanaatindeyim.

Sözkonusu meselelerin başında, bugün çok sık tartıştığımız, adaletin tecellisini geciktiren, uzun tutukluluk sürelerinin fiili cezaya dönüşmesine yol açan adli sorun ve uygulamalar gelmektedir.

Daha önce de vurguladığım gibi, hukuk devleti ilkesinin ve hukukun üstünlüğü idealinin de nihaî ürünü, esasen adaletin tecelli etmesidir. Bu doğrultuda,  devletin bütün organları vazife ve sorumluluklarını layıkıyla yerine getirmelidir.

Sözkonusu sorunları aşmak için hazırlanmakta olan hukuki düzenlemelerin ivedilikle neticelenmesini temenni ediyorum.

Değerli Katılımcılar,

Çağımızda insan hak ve özgürlükleri ile ilgili konu ve sorunlar; artan bir şekilde devletlerin iç meselesi olmaktan çıkarak; tüm uluslararası camianın ortak vicdanına ve mesuliyetine hitap eder hale gelmiştir.

İnsan haklarının korunması konusunda dünyadaki en başarılı bölgesel insan hakları mekanizması; şüphesiz Türkiye’nin de kurucusu olduğu Avrupa Konseyi ve bünyesinde oluşturulan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’dir. 

Yaklaşık 10 yıl boyunca üyesi olduğum Avrupa Konseyi Parlamenterler Asamblesi’nde bu gerçeği bizzat tecrübe etme imkânı buldum.

Avrupa Konseyi’nin ve Sayın Bratza’nın Başkanı olduğu Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin; Türkiye’de hak ve hukukun korunmasında, özgürlüklerin genişletilmesinde büyük katkısı olmuştur.

Bu itibarla, gerek Konsey’in, gerekse Mahkeme’nin çalışmalarında ülkemizin son yıllarda sergilediği aktif tutumu takdirle karşılıyorum.

Modern anlamda demokrasi, hukukun üstünlüğü ve insan haklarına saygı gibi kavramlar, esasen, Avrupa’da doğan ve küresel ölçekte yansımaları olan değerlerdir. Bu nedenle, halkın demokratik dönüşüm talebiyle başlayan Arap Baharı’ndan, en fazla memnun olması ve destek vermesi gereken kıta, Avrupa olmalıdır.

Aslında, demokratik halk hareketlerinin önemli bir kısmı, Avrupa medeniyetinin de beşiği olan Akdeniz havzasının güneyi ve doğusunda yaşanmaktadır. Bu itibarla, burada olup bitenler Türkiye’yi olduğu kadar, Avrupa ülkelerini de her açıdan etkileyecek tarihi gelişmelerdir.

Böylesine önemli bir dönüşüm yaşanırken ve insanlığın ortak kültür anlayışı genişlerken;  ayırımcı görüşlerin kulvarının da daralması umut edilir.

Ne var ki, bugün maalesef belirli bölgelerde farklılıkları, çatışma sebebi olarak gören aşırı görüşlerin hala zemin kazanabildiğini müşahede ediyoruz.

Bu toleranstan yoksun aşırı akımların; insanlığa demokrasi ve insan haklarına saygı temelli devlet anlayışını hediye etmiş olan Avrupa kıtasındaki tezahürleri ise; ayrıca üzüntü vericidir.

Avrupa’yı etkisine alan ekonomik krizle birlikte daha da artan ırkçılık, İslam-karşıtlığı ve yabancı düşmanlığından ciddi endişe duyuyoruz.

Göçmenleri; güvenlik, işsizlik, suç, fakirlik ve diğer sosyal sorunların ana sebebi olarak gösteren partilerin oy oranları artmakta; ana siyasi akımlar ise; oy kaygısıyla, bu radikal gruplara yaranmak için tavizler vermektedirler.

Eğer ırkçılık, yabancı düşmanlığı ve İslamafobi karşısında Avrupa değerlerini ve ortak vicdanımızı koruyamazsak; bu tehditler sadece Avrupa’yı değil, tüm dünyayı yaşanamaz bir hale getirir.

Bu bağlamda, Norveç vatandaşı Breivik tarafından gerçekleştirilen ırkçı terörist saldırıları dikkatle mercek altına almalıyız.

Bugünlerde davası görülen Breivik’in mahkemede soğukkanlılıkla anlattığı vahşet; yabancıları “ötekileştirme”, “şeytanlaştırma” (demonization) ve “insan görmeme” (dehumanize) yolunda aşırı sağ gruplar arasında ciddi bir endoktrinasyon kampanyası yürütüldüğüne delalet etmektedir.

Unutmayalım ki, Holocaust sırasında milyonlarca insanın toplama kamplarında imha edilmesine giden yolu da; bu tür endoktrinasyon kampanyaları döşemiştir.

Burada tekrar hatırlatmak isterim ki, Batı’nın ırkçılık ve yabancı düşmanlığı gibi nükseden hastalıklarını tedavi etmek; Doğu’nun çoğu kez azgelişmişlikten kaynaklanan sorunlarıyla başa çıkmaktan daha çetin bir mücadele gerektirmektedir.

Dolayısıyla, Avrupa değerlerini muhafaza etmek için ırkçı ve yabancı düşmanı eğilimleri sorgulama cesareti göstermeliyiz. Özellikle hukukçuların bu tehditlere daha ciddi olarak eğilmesi elzemdir.

Değerli Misafirler,

Türkiye olarak, insan haklarının ve demokrasinin gelişmesinin; barış, kalkınma ve sosyal adaletin tesisinde önemli rol oynayacağını düşünüyor; politikalarımızı bu değerler ekseni üzerinden yürütmeye gayret ediyoruz.

Bu nedenle, geçen yıl Kuzey Afrika’da başlayan ve hızla diğer Orta Doğu ülkelerine yayılan değişim ve demokratik dönüşüm hareketlerini, büyük bir heyecanla takip ediyor ve destekliyoruz.

Arap Uyanışı, başta İslam dünyası olmak üzere, dünyanın çeşitli yerlerinde hak ve adalet özlemi çeken pek çok halk için bir ilham kaynağı olmuştur. Korku duvarlarının yıkılmasına sebep olan bu demokrasi dalgasının, önümüzdeki yıllarda dünyayı dönüştürmeye devam etmesi kuvvetle muhtemeldir.

Netice itibariyle, Arap Uyanışı/Baharı, daha özgür, barışçıl ve müreffeh bir dünyaya ulaşma umudumuzu arttırmıştır. Ancak, bütün iyimser beklentilerimize rağmen, Ortadoğu’daki bu tarihi dönüşümün; barış, istikrar, demokrasi ve refaha tahvil edilmesi; uluslararası camianın bugünden atacağı adımlara bağlı olacaktır.

Nisan ayının başında Harp Akademilerimizde yaptığım konuşmada; Arap Baharı’nın kazanımlarını konsolide edecek bölgesel düzenlemeler meyanında; ilk aşamada gönüllülük esasına dayanacak Avrupa Konseyi benzeri bir “bölgesel insan hakları mekanizması” kurulması fikrini dile getirmiştim.

Bu çerçevede, gerek ülkemizin, gerekse Avrupa Konseyi’nin deneyimlerini bölge ülkeleriyle paylaşmasının yararlı olacağı kanaatindeyim.

Sayın Başkan,

Kıymetli Misafirler,

Demokrasinin, bir ülkeyi huzurlu ve muktedir kılan en önemli güç vektörü olduğuna inanıyorum. Dolayısıyla, dünyamızın daha parlak bir geleceğe sahip olması, çağdaş medeniyetin siyasi projesi olan demokrasinin, daha çok ülkede benimsenmesine bağlı olacaktır.

Bu doğrultuda, demokrasiyi kurumsallaştıracak, adalet talebinin bütün boyutlarıyla karşılanmasını temin edecek, sağlam anayasaların yürürlükte olmasının kıymeti aşikârdır.

Demokrasi ve adaletin fonksiyonlarını yerine getirebilmeleri bakımından, anayasalar kadar; millet adına anayasal denetimi sağlayan yüksek mahkemelerin rolü de önem taşımaktadır.

Anayasa Mahkememiz, bugün yarım asrı bulan geçmişiyle, artık örtülü vesayetlerin tahakkümünden kurtulmuştur.

Yüce Mahkeme’nin, demokrasimizin ilerlemesi; adaletin layıkıyla tecellisi; kurumlarımız arasında uyumun sağlanması ve her şeyden önemlisi kişi hak ve özgürlüklerinin korunması ve genişletilmesine dair ulvi vazifelerini; daha nice yıllar layıkıyla yerine getireceğine yürekten inanıyorum.

Bu vesileyle, Yüce Mahkeme’nin bugün yemin eden yeni üyeleri, Zühtü Arslan ve Muammer Topal’ı  tebrik ediyor; görevlerinde başarılar diliyorum.

Ayrıca, yurtdışından gelerek, bugün ülkemizi ve Anayasa Mahkememizi onurlandıran çok sayıda Değerli Misafirimize şükranlarımı ifade ediyorum. Başta ülkemizdeki siyasi partiler ve dini cemaatlerin liderleri olmak üzere, burada hazır bulunan tüm katılımcıları muhabbetle selamlıyorum.

Sizlerin değerli katkılarıyla devam edecek bu sempozyumun;  ülkemizde ve dünyada daha çok adalet, daha gelişmiş bir demokrasi ve daha özgür ve mutlu bir toplum hedefine ulaşma yolunda; mütevazı, ancak kıymetli bir adım teşkil etmesini diliyorum.

Teşekkür ederim!

Yazdır Paylaş Yukarı