Almanya Humboldt Üniversitesinde Yaptıkları Konuşma

19.09.2011
Yazdır Paylaş Yazıları Büyült Yazıları Küçült

Değerli Konuklar, Kıymetli Misafirler, Hanımefendiler, Beyefendiler,

Önce Almanya’nın bu köklü üniversitelerinden birisi olan Berlin’deki Humboldt Üniversitesi’nde konuşuyor olmaktan duyduğum büyük memnuniyeti ifade etmek istiyorum ve hepinize sevgiler muhabbetler sunuyorum.

Tabii ki bu üniversitede bu konuşmayı yapacağım saat altıydı. Şimdi saat sekize geldiğine göre, “İki saatlik bir gecikme neden oldu?” diye düşünebilirsiniz. Beklettik sizleri, bekleyenlere kısaca bunu izah etmek isterim ve eminim ki, onlar da büyük bir anlayışla karşılayacaklardır.

 Almanya’nın demokratik ortamından faydalanan ve bunu istismar eden terör örgütüyle ilintili 30-40 kişinin buradaki tehditleri ve bu toplantıyı yaptırmak istememeleri bu toplantıyı yapma ısrarımız karşısında da, bomba ihbarı yapması üzerine güvenlik güçleri bu işi bu kadar geciktirdiler. Ama şunu ifade etmek isterim ki: Burada böyle 30-40 kişiye pes edecek, onların tehdidine, şantajına boyun eğecek halde değiliz, asla da ona taviz vermem.

Onların şunu da bilmesini isterim ki: Benim Kürt vatandaşlarım onlara değil, bana sempati gösterirler, onları değil beni severler. Sabahtan beri Roj TV burada binlerce insanı toplamak için yayın yaptı ama, buraya 30-40 kişi ancak geldi. Onun hüsranını yaşadıkları için bu toplantıyı sabote etmek istediler ama, bu toplantıyı muhakkak ki yapacağımızı söyledim. Onlara prim vermeyeceğimizi söyledim. Teröre kim taviz verirse bunun arkası gelir. Teröre, onun şantajına, tehdidine kim boyun eğerse onun faturasını o öder. Onun için bu tehditlere, bu şantajlara hiçbir zaman boyun eğmeyeceğimizi ve bunlardan yılmayacağımızı da herkesin görmesini isterim.

Bana soracak bir sorusu olan varsa, en aykırı fikir de olsa gelir burada istediği gibi sorar. Ben en aykırı soruyu da alırım cevaplandırırım. Ama eğer bomba tehdidi yaparsa, silah tehdidi yaparsa doğrusu ona da asla pes etmem. Dolayısıyla bu gecikmenin sebebini herkes bilsin ve bunu da eminim ki hepiniz makul karşılamışsınızdır.

Ben bu üniversiteyi terk etseydim, inanın ki, bunlar yarın bu üniversiteye de, Alman polisine de çok daha fazla şantaj yaparlardı ve bunu başarmış olurlardı. 

Eminim ki Berlin’in ortasından, dünyanın en meşhur üniversitelerinden biri olan Humboldt Üniversitesi’ne bomba koyma tehdidinde bulunanlara Alman istihbaratı ve Alman polisi gereğini yapacaktır.

Şunun da bilinmesini isterim: Bomba tehdidi yapan insanlar veya örgütler suç örgütü değil, terör örgütleridir.

Değerli Misafirler, Değerli Konuklar,

Bu üniversitenin ne kadar meşhur olduğunu gelmeden önce biliyordum. Bu üniversitede Hegel, Schopenhauer, Marks, Engels, 1950 yılında Avrupa Birliği’nin anlaşmasını yazan Fransız Dışişleri Bakanı Schuman gibi birçok büyük bilim adamları, siyasetçiler bu üniversiteden gelmiş geçmişler. Ayrıca da bu üniversitede 29 tane Nobel kazanan bilim adamı var. Şimdi böyle bir üniversite de ben 40 kişinin tehdidine boyun eğip de konuşmaktan mı vazgeçecektim yani? Dolayısıyla bunun böyle bilinmesini isterim. Böyle seçkin bir üniversitede tabii ki konuşma yapmaktan da büyük bir mutluluk duyuyorum, bu fırsatı verdiği içinde üniversite yönetimine ayrıca teşekkür ediyorum.

Konuşmamın tam metni üniversitenin internet sitesine konacak, orada yayınlanacak. Eminim ki Almanca tercümesi orada hepiniz okuyacaksınız. Bu yaşananlardan dolayı Sayın Cumhurbaşkanı Wulff’un yemeğine zaten geciktiğimiz için ben konuşmamın özetini burada yapmak istiyorum şimdi.

Türk-Alman ilişkilerinin tarihi çok eskidir. Prusya Krallığı’ndan Osmanlı İmparatorluğu arasındaki ilişkilere kadar gider. Avrupa’da birçok ülke, neredeyse herkes bütün ırklar birbirleriyle büyük savaşlar yaşamışlardır ama, savaş yaşamayan iki millet varsa bu da, Alman ve Türklerdir. Tarih boyunca müttefik olduk, tarih boyunca dost olduk, tarih boyunca beraber olduk. Öyle ki Sultan Abdülaziz tabii 1800’lü yıllarda Almanya’ya gelmiş, o zaman ki Alman Kralıyla bir araya gelmiş. II. Wilhelm, -Kayzer II. Wilhelm- iki kez 1889 ve 1898 yıllarında İstanbul’u ziyaret etmiş.

Birinci Dünya Harbi’ne beraber girmişiz, acıları beraber yaşamışız. Daha sonra İkinci Dünya Harbi’nde burada çekilen sıkıntılardan kaçan birçok Alman İstanbul boğazına sığınmış ve boğaza sığınanlar olarak bilinmişler ve Türk bilim dünyasına da çok büyük katkıları olmuş. Bundan 50 yıl önce de Almanya’nın daveti üzerine buraya gelen Türkler bugün üç milyona ulaşmış, bunların bir milyonu Alman vatandaşı olmuşlar. Dolayısıyla tarihten gelen güçlü işbirliği bugünde devam ediyor.

O yıllarda bu üniversitenin de çok büyük zararlar gördüğünü biliyorum, bilim adamlarının bir kısmının üniversiteyi terk etmek durumunda kaldığını biliyorum. İkinci Dünya Harbi öncesi durumdan bahsediyorum.

Türkiye’yle Avrupa Birliği ile ilişkilerinin başlangıcında Almanya’nın çok büyük katkısı olmuştur, çok büyük desteği olmuştur. Türkiye’nin Ankara Anlaşması dediğimiz 1960 yıllarına varan, o zaman ki Ortak Pazar döneminden başlayıp da, Türkiye’nin üyelik adaylığının kabulüne, daha sonra müzakerelere başlamamızda Almanya’nın hep desteği olmuştur.

Avrupa’da yaşanan konjonktürel problemler, Avrupa’nın, Birliğin genişlemesiyle ilgili çeşitli tereddütler ve çeşitli fikirleri ortaya çıkartsa da, Avrupa’nın büyümesi, genişlemesi kaçınılmazdır. Hallstein’in ifadesiyle “Bisiklet sürmeyi bırakıp, pedalı çevirmekten vazgeçtiğiniz andan itibaren düşersiniz.” Bunun Avrupa’nın çok değerli birçok siyasetçisi, bilim adamı tarafından fark edildiğini biliyorum.

Bugün bile birçok Avrupa Birliği ülkesinin yaşadığı problem büyüme kaynaklıdır, büyüyemediği için bu problemlerle karşı karşıya kalmaktadır. Büyümek için ise muhakkak ki, çevreyle daha çok ilgilenmek gerekir. O bakımdan dünyanın 20-30 yıl sonra ağırlığının Asya merkezli olacağı açık seçik ortadayken, Avrupa Birliği’nin içe kapalı olması demek bisikletin pedalını çevirmekten vazgeçmek anlamına gelir ki, bunun bugün savunulsa bile -bazıları tarafından- mümkün olmayacağını herkes görecektir.

Böyle bir genişlemede en büyük stratejik fırsatları ve imkânları sunacak olan ülke de Türkiye’dir. Enerji açısından, büyük nüfus açısından, Kafkaslara, Orta Asya’ya, bütün buralara ulaşma açısından, ulaşım yolları açısından ve kendi büyük ekonomik potansiyeli açısından.

Unutmayın ki bugün Avrupa’nın iki tane sağlıklı ekonomisine sahip ülkesi varsa biri Almanya, diğeri Türkiye’dir. Ekonomik göstergelere baktığınız da büyüyen Almanya, büyüyen Türkiye, hem de dünyanın en hızlı büyüyen ülkesi. Bütçe açıklarına baktığınız da %2,5 olan bir Türkiye, Maastricht Kriterleri’nin altında. Borçlar açısından baktığınızda birçok büyük Avrupa Birliği üyesi ülkelerin borçları %100’ken, gayri safi milli hâsılanın %120’siyken Türkiye’nin borçları, gayri safi milli hâsılasının sadece % 40’ı civarında.

Onun için mesajım şudur: Türkiye’nin müzakereleri başarıyla bitirmesine fırsat verilsin. Sahte, samimi olmayan engellemeler yapılmasın. Türkiye müzakere sürecini bitirdikten sonra, Avrupa Birliği’ne tam üye olup olmama kararı o zaman alınacak. Belki Fransa diyecek ki “istemiyorum”, çünkü “referanduma gideceğim” diyor. Avusturya diyecek ki belki “ben istemiyorum.” Belki de Türk halkı “ben artık istemiyorum” diyecektir. Bunlar o gün tartışılacak konulardır. Bugünün konusu ise, Türkiye’nin müzakerelere başarıyla bitirmesine yardımcı olmaktır.

Sözlerime son verirken tekrar size teşekkür ediyorum. Çünkü bir avuç çapulcunun tehdidine aldırmadınız. Beni beklediniz ve dinlediniz. Hepinize tekrar sevgiler sunuyorum ve hepinize tekrar başarılar diliyorum, sağolun.

 

 

 

SAYIN CUMHURBAŞKANIMIZIN HUMBOLDT ÜNİVERSİTESİ, “AVRUPA KONUŞMALARI SERİSİ” KAPSAMINDA YAPACAKLARI “ALMAN BİRLİĞİ’NDEN AVRUPA BİRLİĞİ’NE TÜRK-ALMAN İLİŞKİLERİ” BAŞLIKLI KONUŞMA

 

Sayın Rektör,

Sayın Enstitü Başkanı

Kıymetli  Misafirler,

Hanımefendiler, Beyefendiler,

Almanya’nın köklü eğitim kurumlarından, Berlin’in en eski üniversitesi, Humboldt Üniversitesi’nde bulunmaktan ve bugün burada bizimle olan tüm saygıdeğer konuklara hitap etmekten büyük mutluluk duyuyorum.

Dost ve müttefik Almanya’ya gerçekleştirmekte olduğum bu devlet ziyareti vesilesiyle, görüşlerimi paylaşma imkanı sağlayan Walter Hallstein Avrupa Anayasa Hukuku Enstitüsü’ne teşekkür ediyorum.

Türkiye ile AB arasındaki ahdi ilişkilerin temelini atan 1963 Ankara Anlaşması’nın imzalandığı dönemde Avrupa Ekonomik Topluluğu Komisyonu’nun ilk Başkanı olan Walter Hallstein’ın adını taşıyan bu Enstitü’de konuşmak benim için ayrı bir önem taşıyor.

Avrupa kıtasının ortasındaki Almanya, Avrupa’nın siyasi, ekonomik, sosyolojik ve düşünce tarihi bakımından da merkezi konumdadır.

Bunda Üniversitenizin kuruluşundan itibaren Avrupa’daki diğer üniversiteler için teşkil ettiği örnek model önemli rol oynamıştır.

Şu an içinde bulunduğumuz ilim yuvasının felsefeden fiziğe, tıptan siyasete her alanda yetiştirdiği; Hegel, Schopenhauer, Einstein, Marx ve Engels gibi seçkin şahsiyetler, sadece Avrupa’nın değil insanlık tarihine damgalarını vurmuşlardır. 

Öte yandan, gerek Alman Birliği’nin kurucusu Otto von Bismarck’ın, gerek AB entegrasyonun temellerini atan 9 Mayıs 1950 tarihli bildiriyi kaleme alan dönemin Fransa Dışişleri Bakanı Robert Schuman’ın Üniversitenizde okumuş olmaları, bu köklü bilim yuvasının Avrupa tarihindeki müstesna yerini  de göstermektedir.

Kıymetli Misafirler,

Alman Birliği 19. yüzyıl, Avrupa Birliği ise 20. yüzyıl siyasi tarihine damgasını vurmuş gelişmelerdir. 21. yüzyılda ise Avrupa’yı dünya sahnesinin güçlü bir aktörü olarak tutmanın,  Almanya’nın oynayacağı liderliğe bağlı olduğuna inanıyorum.

Alman Birliği’nin kurulma süreci bugün dahi kapsamlı akademik analizlere konu olacak niteliktedir.

Bu süreçte, 19. yüzyılın ilk yarısında Alman konfederasyonuna bağlı ve bugünkü eyaletlerin nüvesini oluşturan prenslikler arasında gümrük birliği (zollverein) aracılığıyla tesis edilen serbest ticaretin ve demiryollarının inşasının rolü şüphesiz çok önemlidir.

Friedrich List gibi iktisat düşünürlerinin de teşvikiyle sağlanan ekonomik birlik, Almanya’nın siyasi birliğini de beraberinde getirdi.

Siyasi birliğin sağladığı katma değer ise, Almanya’yı kısa bir sürede Avrupa’nın en güçlü devletlerinden birisine dönüştürdü.  Usta devlet adamı Bismarck’ın liderliğinde Almanya, Avrupa’nın askeri, diplomatik, siyasi ve ekonomik dengelerini yeniden şekillendirdi.

Türk-Alman ilişkilerinde kaydedilen sıçrama da bu döneme denk gelmiştir. 19. yüzyıl, Türk-Alman ilişkilerinde yeni bir dönemin başlangıcı olmuştur. Bu çerçevede, Sultan Abdülaziz 1867 yılında gerçekleştiği Avrupa seyahati çerçevesinde Almanya’yı ziyaret etmişti.

Alman Mareşal von Moltke ve General von der Goltz  gibi subayların Osmanlı Ordusu’nda müşavirlik yapmasıyla başlayan  askeri alandaki yakınlaşma, Kayzer II. Wilhelm’in 1889 ve 1898 yıllarında İstanbul’u iki kez ziyaret etmesiyle taçlanmıştı.

Kayzer II. Wilhelm’in ziyaretlerinin ardından Osmanlı İmparatorluğu ve Almanya, her iki halk için acı hatıraları olsa da,  20. yüzyılın ilk çeyreğine damgasını vuran bir ittifak ilişkisine girmişlerdi.

Bu dönemde, İstanbul’da Alman okulları ve hastaneleri açılmış, birçok Türk subayı ve öğrencisi eğitim görmek üzere Almanya’ya gitmişti. Ayrıca,  1880'lerde Almanya ile Avusturya-Macaristan'ın Osmanlı dış ticaretinde % 18 olan payı, 1909’da % 42’ye yükselmişti.

Binlerce kilometre uzunluğundaki Berlin-İstanbul-Bağdat demiryolu hattının o zaman için rekor sayılabilecek bir sürede tamamlanmasıyla, Avrupa’nın önde gelen imparatorlukları arasındaki satranç oyununda önemli hamleler gerçekleştirilmişti. 

Diğer bir değişle, I. Dünya Savaşı öncesinde de ilişkilerimizin ekonomik, askeri, kültürel ve beşeri boyutları bugün olduğu gibi yoğun ve güçlüydü.

İki İmparatorluk arasındaki artan işbirliği, dünyanın şahit olduğu ilk küresel savaşta da bir kader birliği şeklinde tezahür etti.

Bu kader birliği, Soğuk Savaş’ın zor günlerinde de sınanarak, Türkiye ve Almanya arasında bugün mevcut çok boyutlu, kapsamlı ve derinliğe sahip ilişkilerin temel taşlarından birini oluşturdu.

Avrupa kıtasının yaşadığı iki büyük Dünya Savaşı da dahil olmak üzere yüzlerce kanlı çarpışma göz önünde tutulduğunda, Türk ve Alman devletleri arasında yüzyıllardır süren barış ikliminin, bugünlerde unutulmuş olsa da, Avrupa siyasi tarihinde istisnai bir örnek oluşturduğunu teslim etmek yanlış olmayacaktır.

Burada, II. Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında ülkemizin bilim, ekonomi, kültür ve sanat bakımından inkişafına katkıda bulunan ve “Boğaza sığınanlar” olarak adlandırılan Alman bilim insanı ve sanatçı dostlarımızı da saygıyla yadetmek isterim.

Türk-Alman ilişkilerinin tarihine bu ölçüde değinmemim sebebi, halihazırdaki çok boyutlu ilişkilerimizin bir vakum içinde oluşmadığını göstermek içindi. Avrupa’da pek çok çevrenin, Türkiye-Avrupa ilişkilerine hala Viyana Kuşatmaları perspektifinden bakarken, aslında  yakın siyasi tarihimizin en önemli ittifak örneklerinden biri olan Türkiye, Almanya ve Avusturya-Macaristan kader birliğini göz ardı etmelerini açıkçası yadırgıyorum.

Kıymetli Hanımefendiler, Beyefendiler,

Avrupa Birliği, esasen tarihi rekabet ve husumetleri, müşterek barış, dayanışma ve refah alanına çevirmenin tecessüm etmiş halidir.  Bu nedenle, Avrupa Birliği, geçmişe takılıp kalmanın değil, ortak geleceği inşa etmenin bir projesidir.

Schuman ve Monnet  gibi dönemin vizyoner liderleri, ortak değerler ve bakış açıları aracılığıyla barış ve istikrara ulaşmaya çalıştılar. Zira, bölünme ve bağnazlığın bedelini bizzat yaşayıp görmüşlerdi.

Bu üniversitenin de gerek II. Dünya Savaşı öncesinde gerek savaş sırasında ve sonrasında bu bedelden payını aldığını çok iyi biliyorum.

Avrupa bütünleşme sürecinde benimsenen “fonksiyonalist yaklaşım”, aslında Alman Birliği’nin tesisinde izlenen yolun bölgesel düzeyde uygulanmasıdır.

Bu yaklaşım, ekonomik karşılıklı bağımlılık yaratmak suretiyle uyuşmazlıkların bertaraf edilmesini ve ekonomik alanda başlayan bütünleşmenin siyasi işbirliği alanına sıçramasını öngörmüştür.

Nitekim, ortak bir pazar olarak başlayan AB, 6 üyeden 27 üyeye genişleyerek bugünün ekonomik ve siyasi birliğine dönüşmüştür. 

Bugün Avrupa, ortak kural ve değerler üzerine inşa edilen bir kıtadır. Evrensel değerler ve yüksek standartlara dayanan bir düşünce sistemini ve yaşayışını temsil etmektedir.

Bununla birlikte son dönemde Avrupa’daki hoşgörü ortamında, kıtayı etkisine alan ekonomik krizle de bağlantılı olarak, yaşanan gerilemeyi üzüntüyle gözlemlemekteyim.

Yakın geçmişindeki acı deneyimlerin ardından, bugünün Avrupası’nda ırkçı, yabancı düşmanı, İslam karşıtı ve ayrımcı aşırı eğilimlere yer olmamalıdır.

Bir Norveç vatandaşı tarafından kısa süre önce yapılan ve Norveç demokrasisini hedefleyen menfur saldırı, aşırı sağ ideolojilerin oluşturduğu tehdidin boyutlarını gözler önüne sermiştir.

Kıymetli Misafirler,

20. yüzyıl siyasi, ekonomik ve kültürel açılardan bölünmelerle ve çatışmalarla geçti. Kıtamız önce iki büyük dünya savaşına, ardından Soğuk Savaş’a sahne oldu. Bu savaşlar sınırları, duvarları, istikrarsızlıkları da beraberinde getirdi. 21. yüzyıl ise artık bütünleşme yüzyılı olmalıdır. Esasen küreselleşmenin getirdiği hızlı değişim de bunu kaçınılmaz kılmaktadır.

Soğuk Savaş sonrası küresel düzenin halen yeniden yapılandırılmakta olduğu göz önüne alındığında, bu vizyonu gerçekleştirmek mümkündür.

Dünya tarihinin en başarılı bütünleşme örneğini teşkil eden AB’nin, gerekli stratejik vizyonla hareket etmek kaydıyla, bu konuda dünyaya sunacağı pek çok katkı olduğunu düşünüyorum. Tüm dünyada sürdürülebilir kalkınma, barış ve güvenliğin tesisinde, Avrupa’ya büyük bir sorumluluk düşüyor.  

Çünkü ideal bir dünyada yaşamıyoruz. Tarih, dünyamızın her bölgesine aynı ölçüde adil davranmadı, davranmıyor. Bazı coğrafyalarda barış, refah ve istikrar hüküm sürerken, diğerlerine halen karmaşa, etnik çatışmalar, savaş, açlık ve hastalıklar damgasını vuruyor.

Dünyada halen günde 1 dolardan daha az bir gelirle yaşayan 1 milyar insan var. 21. yüzyılda Somali’de her gün onlarca çocuğun açlık ve kıtlıktan dolayı hayatını kaybetmesi hepimizin ortak utancı. Bu durumun ortadan kaldırılması ise ortak ahlaki sorumluğumuz. Bu, her şeyden önce insan olmanın bir gereği.

Avrupa’yı ilgilendiren üç önemli dinamiğe şahit olduğumuz şu dönemde, kıta üzerine yeniden düşünmenin zamanı gelmiştir:

Bu dinamikler; küresel güç dengesinin Asya’ya doğru kayması, Orta Doğu ve Kuzey Afrika’da demokratik devrimlerin yayılması ve ekonomik kriz ortamında Avrupa kıtasının gittikçe daha içine kapanması olarak özetlenebilir.

Avrupa’nın bahsekonu dinamikleri doğru okuması  her zaman olduğundan daha fazla önem taşımaktadır. .

Avrupa, bölgesinin dışında cereyan eden büyük siyasi gelişmelerde ve tüm dünyayı ilgilendiren küresel meselelerde “kayıp oyuncu” değil, lider olmalıdır. Ancak bunu gerçekleştirmek için AB’nin bir yandan da güçlü bir vizyon geliştirmesi gerekmektedir.

Bu noktada, Enstitünüze adını veren saygıdeğer siyasetçi Hallstein’in bisiklet teorisinin yol gösterici olacağını düşünüyorum: Avrupa bütünleşmesi ve genişlemesi tıpkı bir bisiklet gibi sürekli ileri doğru gitmediği takdirde, herkes bisikletten düşecektir.

Kıymetli Hanımefendiler, Beyefendiler,

Tarih bize Almanya ve Türkiye’nin, Avrupa sisteminin temel saç ayaklarından ikisi olduğunu göstermiştir. Avrupa’nın geleceği de ülkelerimizin yaklaşımlarından doğrudan etkilenecektir.

Türkiye ile Almanya Avrupa kıtasının gerek stratejik konularda gerek ekonomik meselelerde  küresel düzeyde oynayacağı rolü güçlendirebilecek iki ülkedir.

Dost ülkelerimizin yolları farklı gelişmelerle sık sık kesişmiş ve geçtiğimiz 300 yıl içinde Türkiye ile Almanya arasında emsaline ender rastlanabilecek yoğunlukta ilişkiler yumağı oluşmuştur.

Türkiye-Almanya ilişkileri bugün de her alanda gelişmeye ve derinleşmeye devam etmektedir.

Bölgesel ve küresel konularda Türkiye ile Almanya çoğu kez benzer vizyonları paylaşmakta, Balkanlar’dan Afganistan’a kadar uzanan geniş bir coğrafyada küresel barışa katkıda bulunmak üzere birlikte görev yapmaktadırlar.

Türkiye ve Almanya, Avrupa’nın makro ekonomik göstergeleri sağlam, üretken ve bu üretimle birlikte büyüyen, iki güçlü ülkesidir.

Ülkelerimiz arasındaki ekonomik ilişkilerin boyutunu ise, 2010 yılında 29 milyar Dolar’ı aşan ikili ticaret hacmi ortaya koymaktadır. 2011 yılının ilk yarısında bir önceki yıla göre % 38 artış gösteren ikili ticaretimizin,  yılsonu itibariyle yaklaşık 40 milyar doları bulması tahmin edilmektedir. Bu dönemde Almanya’nın ülkemize ihracatının % 45 arttığını dikkatinize getirmek isterim.

Şu anda Almanya dış ticarette Avrupa’daki bir numaralı ortağımızdır. Türkiye'de faaliyet gösteren 4500’den fazla Alman şirketi de ikili ekonomik ilişkilerde önemli bir köprü oluşturmaktadır.

Avrupa’nın en büyük ekonomisinin Almanya, altıncı büyük ekonomisinin ise Türkiye olduğu dikkate alındığında, Türkiye ile Almanya arasında ekonomik alandaki muazzam potansiyel daha iyi anlaşılacaktır.

Ülkelerimiz arasındaki sadece dış ticaret rakamları dikkate alındığında dahi, bu işbirliğinin karşılıklı olarak yüzbinlerce kişiye istihdam, iş  ve aş anlamına geldiği açıktır.

Bu süreçte, ülkelerimiz arasındaki işbirliğinin özellikle  bilim, teknoloji, inovasyon, yenilenebilir enerji, çevre, eğitim, kültür ve sanat gibi bilgi toplumunun tüm alanlarında gelişmesi, temel hedefimizi teşkil etmelidir.

Kıymetli misafirler,

İki toplumun karşılıklı olarak birbirlerini anlamaları, tüm bu fırsatların daha iyi şekilde değerlendirilmesini sağlayacaktır. Bu nedenle, kültürel ilişkilerimizin geliştirilmesine de özel bir önem atfediyoruz. Ernst Reuter Girişimi çerçevesindeki Türk-Alman Üniversitesi projesi de bu işbirliğinin kapsamlı ve somut bir örneğidir.

Geçtiğimiz yıl temelini değerli meslektaşım  Christian Wulff ile İstanbul’da attığımız Türk-Alman Üniversitesi'nin öğrenim hayatına başlaması ile Türk-Alman dostluğunun gelecek nesillere bilimsel anlamda da güçlü şekilde aktarılmasını istiyoruz.

Hanımefendiler, Beyefendiler,

Türkiye ile Almanya ilişkilerinin özel bir beşeri alanı da mevcuttur. Almanya’da yaşayan ve sayıları 3 milyonu bulan Türklerin ülkelerimiz arasındaki ilişkilerin zenginliği bakımından önemli bir köprü görevi gördüklerini düşünüyorum.

Almanya'yı vatanları olarak seçen tüm Türkler, Almanya'nın sevincine ve kederine ortaktır. İçlerindeki Türkiye sevgisi ise, Türkiye ile Almanya’nın emsalsiz yakınlığını güçlendiren yürekten bir bağdır.

Almanya’da sayıları 70 bini aşan Türk kökenlilere ait işletmenin, yaklaşık 350 bin kişiye istihdam imkânı sağlaması ve  35 milyar Avroluk iş hacmine ulaşması doğrusu takdire şayan bir gelişmedir. Yapılan tahminlere göre sözkonusu rakamların 2015 yılı itibariyle ikiye katlanacak olması, bu konudaki dinamizmi göstermektedir.

Dün alın terleriyle Almanya’nın ekonomik mucizesine katkı yapan misafir işçilerin çocukları, artık başarılı “Türk asıllı Alman” girişimci, siyasetçi, bilim insanı, sanatçı ve sporcular olarak Almanya’nın parlak geleceğinde kaydadeğer bir rol oynayacaklardır.

Kıymetli Hanımefendiler, Beyefendiler,

Türk-Alman ilişkilerinin bir diğer önemli boyutunu ise Türkiye’nin AB üyeliği oluşturmaktadır. AB’nin lokomotif ülkesi olan Almanya’nın, başta Konrad Adenauer olmak üzere tüm hükümetleri bu konuda ahde vefa ilkesine bağlı kalmışlardır.

Türkiye’nin AB üyeliği konusunda Almanya içinde farklı görüşler, endişeler, hatta korkular (angst) olduğunu biliyorum. Bu, bir ölçüde doğaldır.

Zira, Türkiye’nin AB’ye katılımının kıtamızda ve ötesinde tarihsel nitelikte yansımaları olacaktır. Türkiye’nin AB’ye katılımı esasında Birliğin nasıl bir gelecek öngördüğüyle doğrudan bağlantılıdır. Bu nedenle, bu konunun AB toplumlarında kapsamlı bir şekilde tartışılmasının faydalı olacağını düşünüyorum. Yeter ki bu tartışmalar entelektüel bir zeminde ve önyargılardan arınmış şekilde yürütülsün.

Türkiye’nin bu konudaki vizyonu ise nettir:

Biz, Türkiye ve Almanya’yı AB içerisinde ortak ve parlak bir geleceğin beklediğini düşünüyoruz.

Stratejik açıdan vizyoner, ekonomik açıdan rekabetçi, kültürel açıdan kapsayıcı bir AB’ye üye olmak istiyoruz.

Küresel sorumluluklarını layıkıyla yerine getiren bir AB’nin parçası olmak istiyoruz.

Genç ve dinamik nüfusumuz, son yıllarda büyüme rekorları kıran trilyon Dolarlık ekonomimizle AB halkalarının refahına  katkı sağlamaya hazırız.

Türkiye’nin ait olduğu çok boyutlu coğrafyalara AB’yi her açıdan taşıyacak bir “stratejik çarpan” (strategic multiplier) olarak Birliğe üye olmayı arzu ediyoruz.

Bugün içinde bulunduğumuz enstitünün ismini taşıdığı Hallstein, 1963 yılında Ankara Anlaşması’nı imzalarken yaptığı konuşmada “Türkiye Avrupa’nın bir parçasıdır. Bir gün nihai adım atılacak, Türkiye Birliğin tam üyesi olacaktır.” demişti.

Türk halkı ve Hükümeti, AB sürecinde yaşanan tüm hayal kırıklıklarına rağmen, Birliğin mimarlarından olan Hallstein ile aynı hissiyat ve vizyonu hala paylaşmaktadır.

Zira, binlerce yıllık devlet geleneğine sahip bir millet olarak, tarihin büyük akışı karşısında, günü kurtarmaya yönelik küçük hesap ve engellerin tamamen anlamsız kaldığını idrak edecek tecrübeye sahibiz. 

Büyüme hızı ve gelişme potansiyeli bakımından pek çok AB üyesi belirli bir doygunluk seviyesine gelmişken, Türkiye’nin bu istikamette yaralanacağı daha çok fırsatlar bulunmaktadır.

Nasıl şimdiki Türkiye, bundan 10 yıl öncesi Türkiye’den çok farklı ise, bundan 10 yıl sonraki Türkiye de bugünkünden çok daha ileri düzeyde olacaktır.

Son 10 yılda küresel ekonomik krizlere rağmen kişibaşına milli gelirini yaklaşık 3 kat arttıran Türkiye, bu dönemde dünyanın en hızlı büyüyen ekonomileri arasında yer almıştır.

Bu trendler ışığında Türkiye’nin 2025 veya 2050 yılları itibariyle hangi konuma yükseleceği üç aşağı beş yukarı bellidir.

AB sürecinde sun’i gerekçe ve engellerle aleni olarak oyalanan, ekonomik ve siyasi itibarına yakışmayacak şekilde vize rejimiyle onuru zedelenen halkımızın, 10 yıl sonra AB üyeliğine aynı iştiyakla bakmayabileceğini, temel değerlerinden vazgeçmeden, başka fırsat ve imkanları değerlendirebileceğini de herkesin hesaba katması gerekmektedir.

Zira, küresel dengelerde yaşanan siklet merkezi kayması nedeniyle Türkiye, ortaya çıkan fırsatlara pek çok Batılı ülkeden daha yakın hale gelmiştir.

Ayrıca, tarihsel bir dönüşümden geçen Ortadoğu halkları tarafından ülkemiz, güçlü demokrasisi ve dinamik piyasa ekonomisiyle bir ilham kaynağı olarak görülmektedir. Bu durum, Türkiye’nin komşu olduğu coğrafyalardaki merkezi konumunu her geçen gün daha da pekiştirmektedir.

Kıymetli Misafirler,

Hanımefendiler, Beyefendiler,

Kadim dost ve müttefikimiz Almanya, dünyanın modern siyasi tarihinde hep “birlik” ve “bölünme” kavramlarıyla anılmış bir ülkedir. Bu anlamda, “birliğin” kadrini ve  “bölünmüşlüğün” felaketini en iyi Alman halkı idrak edebilir.

Alman halkıyla  çoğu ahvalde kader birliği yapmış bir millet olarak, sizin  acı ve sevinçlerinize ortak olduk.

Gün oldu, aynı siperlerde can verdik; gün oldu alın terimizi birbirine katarak ülkelerimizin kalkınmasına katkıda bulunduk.

Dün ülkelerimizi müttefik yapan jeostratejik faktörler büyük ölçüde bugün için de geçerlidir. Alman mühendislerince inşa edilen Haydarpaşa Tren Garı’ndan, bugün de Bağdat’a, Kudüs’e, Şam’a, Kafkaslara, Orta Asya’ya, Pakistan’a veya Çin’e gitmek mümkündür.

19ncu yüzyılın sonu, 20. yüzyılın başında nasıl Almanya, Osmanlı İmparatorluğu’nun en büyük ticaret ortağıysa, bugün de Almanya, modern Türkiye Cumhuriyeti’nin en büyük ticari ortağıdır.

Geçmişten beri süreklilik arzeden bahsekonu jeostratejik ve ekonomik faktörlere bugün çok daha önemli olan bir beşeri boyut eklenmiştir.

Türk ya da Alman 3 milyondan fazla insan Almanya’yı ve Türkiye’yi ortak vatanları olarak görmektedirler. İşte ülkelerimiz arasında en büyük ve kalıcı değer bu beşeri bağdır.  Türk-Alman ilişkilerini 21. yüzyılın ve ötesinin şartlarına göre şekillendirecek olan da sözkonusu beşeri boyuttur.

Öte yandan, Avrupa’da dün düşmanımız ya da rakibimiz olan pek çok ülkenin, Türkiye’nin Soğuk Savaş döneminde yaptığı fedakarlıklar sayesinde bugün ya dostumuz ya da müttefikimiz haline geldiği unutulmamalıdır.

Netice olarak, bu tarihsel arkaplan çerçevesinde Alman dostlarımızdan beklentimiz;

-Avrupa’da “sun’i bölünme ve duvarların” değil, “birlik ve bütünleşmenin” lokomotifi olmalarıdır.

-Türkiye’nin AB’ye üyelik sürecinde sadece “anlaşmalara ahde vefa”nın icabı olarak değil, yüzlerce yıllık “kadim dostluk ve müttefiklik hukukumuza vefa”nın ve stratejik çıkarlarının bir icabı olarak destek vermeleridir.

-Türkiye ile ilişkilerine göçün negatif yansımalarının gölgesinden bakmak yerine, ülkelerimiz arasındaki ortak çıkarlar ve muazzam ekonomik potansiyel ile güçlü müttefiklik zaviyesinden bakmalarıdır.

-Almanya’da yaşayan Türk toplumunu, göçmen işçilerin geri dönmeyenleri olarak değil, Almanya’ya zenginlik ve dinamizm katan bir unsur olarak kabullenmeleridir.

Gelin bu anlayışla, Türk-Alman işbirliğini yeniden tanımlayıp, başta Avrupa olmak üzere yakın coğrafyamız ve ötesinde geleceğe yön verecek etkili bir eksen haline dönüştürelim.  Teşekkür ederim.

 

Yazdır Paylaş Yukarı