25. Asya-Pasifik Ticaret Ve Sanayi Odaları (CACCI) Konferansı’nın Açılış Töreninde Yaptıkları Konuşma

08.03.2011
Yazdır Paylaş Yazıları Büyült Yazıları Küçült

Değerli Misafirler,

Asya-Pasifik İş Dünyasının Değerli Temsilcileri,

Hanımefendiler,

Beyefendiler,

Üç imparatorluğa başkentlik yapmış, kıtaların ve medeniyetlerin kesişme noktası olan İstanbul’da sizleri ağırlamaktan büyük bir memnuniyet duyuyoruz. Hepinize tekrar hoşgeldiniz diyorum.

Asya Pasifik bölgesinin 27 ülkesinden gelen ve dünya ekonomik hâsılasının yaklaşık yüzde 22’sini üreten 3 milyon şirketi temsil eden siz değerli dostlarımızla burada beraber olmaktan gerçekten büyük bir memnuniyet duyuyoruz.

Bu Konferansı tertipleyenleri, emeği geçen herkesi tebrik ediyorum. Ayrıca biraz önce Sayın başkanlardan öğrendim ki, 25 yıllık tarih içerisinde yine en önemli buluşmalardan birisi bugün gerçekleşiyor. Bunun başarılı geçmesini temenni ediyorum.

Hiç tanımadığınız, karşılıklı bilgiye sahip olmadığınız şirket ve kişilerle iş yapamazsınız. Her şeyin ilk adımı, bir araya gelmekten, konuşmaktan, birbirinin farkına varmaktan, kim ne iş yapıyor, ne üretiyor, bunu bilmekten geçmektedir. Eğer karşılıklı konuşmuyorsanız, karşılıklı birbirinizin potansiyelini bilmiyorsanız, karşılıklı birbirinizin kabiliyetini bilmiyorsanız, o zaman şüphesiz ki, aranızda da ticaret de olmayacak, ortaklık olmayacak, büyük projeler gerçekleşmeyecektir. O bakımdan, bu büyük dünyanın iş adamlarının, müteşebbislerinin böyle bir toplantıda buluşmasını çok anlamlı görüyorum.

Değerli Misafirler,

Sizler küresel ekonominin parlayan yıldızı olan bir coğrafyadan geliyorsunuz. 1990’ların başından itibaren, küresel güç dengelerinin ciddi bir değişim içerisinde olduğunu bütün dünya izlemektedir. Özellikle küresel ekonomik kriz nedeniyle, Avrupa ve Amerika’da büyümenin yavaşlaması üzerine, küresel güç dengelerinin Asya’ya doğru kaydığı, artık belirgin bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Çünkü büyüme, Asya’dadır, Pasifiklerdedir. Amerika’da, Avrupa’da durgunluklar yaşanmaktadır. Adeta tıkanıklık söz konusudur.

Asya, büyük üretim kapasitesi, dinamizmi ve çalışkanlığıyla, dünyanın içinde bulunduğu sıkıntıları aşma konusunda da büyük bir ümit vaat etmektedir. Bu bakımdan da herkesin çok büyük dikkatini çekmektedir.

Dünya üretimindeki payı bugün yüzde 30’lar düzeyinde seyreden Asya’nın, 2050’lerden itibaren dünya üretiminin yüzde 60’ını oluşturacağı ve gerçekleştireceği de bütün raporlarda, bütün hesaplamalarla ortaya çıkmaktadır.

Ekonomik manada başlayan bu güç kaymasının, siyasi nüfuz ve giderek askeri güç kaymasına da ulaşması kaçınılmazdır. Önce ekonomiler canlanır, önce ekonomiler kendini gösterir, arkasından o siyasi gücü getirir. Siyasi gücün olduğu yerde de askeri güç var demektir. Diğer bir ifadeyle, dünya dengelerinin Avrupa Atlantik’ten, Asya-Pasifik’e doğru kaymasıyla Asya, dünyanın jeopolitik ve jeo-ekonomik odağı haline gelmiştir ve giderek bu çok daha belirgin olacaktır.

Kadim medeniyetlerin beşiği olan Asya kıtasının esasen, Sanayi Devrimi’nin başlamasına kadar dünyanın ekonomik ağırlık merkezini oluşturduğunu da herkes bilmektedir. Sanayi Devrimi’nden önce İngiltere ve Avrupa yerine Asya vardı. Dolayısıyla, dünyanın büyük üretimi Asya kıtasında gerçekleşmekteydi. Sanayi Devrimi İngiltere’de gerçekleşince, bu büyük üretim gücü, kapasitesi, önce İngiltere’ye ve bazı Avrupa ülkelerine kaydı. Daha sonra da büyük Amerikan başarısının gerçekleşmesiyle, sanayi, üretim ve bilimin merkezi Amerika Birleşik Devletleri’ne kaydı.

Şimdi görünen o ki, bu “circle” kendini tamamlamakta, Asya, Avrupa, Amerika, tekrar Asya ve Pasifiklere doğru dönmektedir. Bununla ilgili, Birleşmiş Milletler’den tutun da, bütün uluslararası kuruluşların raporlarında bu gerçeği hep beraber görmekteyiz. Bu demektir ki, Asya’nın eski tarihi görkemine geri dönmesi ve ekonomik ağırlığını yeniden kazanması kaçınılmazdır.

Asya-Pasifik bölgesinde yaşanan bu ekonomik mucizenin iyi tahlil edilmesi gerektiğine inanmaktayım. Bu mucizenin altında yatan faktörlerin başında, siyasi istikrarın sağlanması ve yabancı yatırımlara cazip bir iş imkânının oluşturulması gelmektedir.

Artık küresel bir köy haline dönüşen dünyamızda, bilgi, sermaye ve insanlar, tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar hızlı hareket etmektedir. Küreselleşmenin getirdiği bu nimetler, layıkıyla kullanılmadığı takdirde, ciddi riskler de doğmaktadır.

Yeni küresel şartları doğru okumayan, bu süreçte kendilerini tecrit eden ülkeler, kalkınma ve özgürlük yarışında geri kalmakta, gelecek nesillerin istikbalini şimdiden ipotek altına almaktadırlar.

Diğer bir deyişle, küreselleşmenin hızına ayak uyduramayan ülke ve toplumlar, bisikletin pedalını çeviremeyen sporcular misali, yarış dışı kalmaktadırlar. O bakımdan, bu büyük yarış içerisinde herkesin var gücüyle, en iyi şekilde yerini alması gerekmektedir. Onun için de her şeyin başı siyasi istikrardan geçmektedir. Siyasi istikrarla birlikte, her ülke sadece kendi sermayesini değil, kendi tasarruflarını değil, başkalarının da sermaye ve tasarruflarını çekebilecek, kendi ülkesinde yatırıma sevk edebilecek hukuki düzeni sağlamalıdır. Hangi ülkede bu gerçekleştiyse, ekonomik kalkınma sürat kazanmış, ivme kazanmış ve neticede de büyük başarılar elde edilmiştir.

Asya kıtasında büyük nüfuslarına rağmen bu değişimi doğru tahlil eden siyasi istikrarı, ekonomik kalkınmayla taçlandıran ülkeler, bugün dünya ekonomisinin lokomotifi haline gelmişlerdir ki, Çin, Hindistan, Endonezya gibi ülkeler, bunun çok açık misalidir ve göz kamaştırıcı bir şekilde de yollarına devam etmektedirler.

Maalesef aynı kıtada yaşamalarına rağmen, kendilerini bu sürecin dışında bırakan ülkeler ise, iç siyasi istikrarsızlıklarının kurbanı olmaktadırlar ve büyük zaman kaybetmektedirler.

Tekrar altını çizmek istediğim şey şudur: Başkalarının birikimlerini, başkalarının tasarruflarını kendi ülkenize çekebiliyorsanız, başarılısınız demektir. Onun için de hukuk nizamınız, şeffaflık, siyasi istikrar kaçınılmaz şartlardır.

Asya-Pasifik bölgesinin artan ağırlığı, şüphesiz, bu bölgelerde bulunan ülkelere küresel ölçekte ciddi sorumluluklar da yüklemektedir.

Artık bölgesel olmaktan ziyade, küresel sevk ve idare gerektiren pek çok sorun, uluslararası sistemde cari olan stratejik, ekonomik, beşeri ve ekolojik noksanların meydana getirdiği dengesizliklerden kaynaklanmaktadır.

Bugün Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da yaşanan kitlesel hareketler, tüm dünyanın hem siyasi hem iktisadi hem de enerji güvenliğini yakından ilgilendirmektedir. Asya’daki hızlı kalkınmanın enerji, gıda ve emtia fiyatlarında yarattığı enflasyonist baskılar ve çevre sorunları, tüm dünyayı da derinden etkilemektedir.

Dünyanın birçok yerinde yoksulluk, salgın hastalık, kronik açlık, işsizlik ve barınma sorunları hâkimken, diğer taraflarda ölçüsüz kazanma hırsı ve tüketim çılgınlığı varsa, burada küresel adaletten bahsetmek mümkün değildir. Küresel adaletten bahsetmek mümkün olmadığı gibi, bölgesel adalet ve bölgesel istikrardan da bahsetmek zor olacaktır. Onun için, süratli bir şekilde bu konularda yeni dengelerin oluşması gerekmektedir. Yeni dengelerin oluşması da, kalkınmasını geciktirmiş olan ülkelerin, süratli bir şekilde kalkınma sürecine girmeleriyle sağlanacaktır.

Küresel ısınmaya, çevre kirliliğine ve doğal felaketlere makul çözümler üretmeden, sürdürülebilir bir kalkınmayı sağlamak da mümkün değildir. Bugün Asya’da gördüğümüz birçok tabii afetler, felaketler, seller, aslında küresel ısınmayla da çok doğrudan bağlantılıdır.

Sosyal güvenlik, adil ticaret ve gelir dağılımındaki eşitsizlikler gibi, ekonominin insani yönüne ağırlık verilmediği takdirde, küresel refah ve huzurun sağlanamayacağı da aşikârdır.

Bu nedenle, bugünkü Asya-Pasifik Sanayi ve Ticaret Odaları Konferansı’nın gündeminde, kaynakların sürdürülebilir şekilde kullanımı konusunun da yer aldığını görmekten büyük bir memnuniyet duydum.

Değerli Misafirler,

Coğrafi, kültürel ve tarihi bakımdan, aynı zamanda Asya’nın da bir parçası olan Türkiye, öteden beri Asya-Pasifik coğrafyasına büyük önem vermektedir.

Küresel güç dengelerindeki değişimin bir icabı olarak da Asya-Pasifik bölgesiyle ilişkilerimizi geliştirip güçlendirmeyi, dış politikamızın ana hedeflerinden birisi yapmaktayız.

Afrika’nın yanı sıra, Asya-Pasifik coğrafyasında yeni dış temsilcilikler açıyoruz ve giderek daimi temsilciliklerimizin sayısını çoğaltıyoruz.

Daha önce hazırladığımız Eylem Planı çerçevesinde, ASEAN ile dostluk ve işbirliği anlaşması imzalamak suretiyle, ilişkilerimizi kurumsallaştırdık.

Ayrıca, ASEAN ile sektörel ortaklık ilişkisi tesis etmeyi de arzu ediyoruz.

Türk Hava Yolları’nın bölgeye olan sefer sayılarını artırıyor ve bölgedeki birçok başkente Türk Hava Yolları’nın uçmasını temin ediyoruz ve bu şekilde aramızdaki uzak mesafeleri daha da kısaltıyoruz ve mesafeleri, uzaklığı anlamsız hale getiriyoruz.

Değerli İş Adamları,

Türkiye olarak Avrupa, Balkanlar, Kafkasya, Orta Asya, Kuzey Afrika ve Ortadoğu’dan oluşan geniş bir coğrafyanın merkezinde bulunuyoruz.

Sizlerle bir arada bulunduğumuz otelin rıhtımından, Avrupa’dan Asya’yı selamlayacak kadar stratejik bir noktadayız; karşı taraf Asya. İki kıtayı birleştiren köprüler veya alt tünellerin olduğu başka coğrafyaları göstermek, başka şehirleri göstermek oldukça zordur. Bilmiyorum, var mı başka?

Eğer Türkiye’de yatırım yapan bir iş adamıysanız, üç saat civarında, 50’den fazla ülkeye, 1,5 milyar nüfusa ve 25 trilyon dolarlık bir ekonomiye ulaşmanız mümkündür. Türkiye, İstanbul, böyle bir avantaj sunmakta.

Tarihi İpek ve Baharat yollarının buluştuğu kent olan İstanbul, günümüzde uluslararası ticaret ve finansın da merkezi haline gelmektedir.

Bazılarınız belki çevrenizdeki siyasi rahatsızlık ve istikrarsızlıklardan tereddüt edebilir, ama bütün bunlar aslında İstanbul için bir noktada avantaj haline geliyor. Ve çevredeki bütün büyük şirketler, çevredeki bütün büyük aileler, hem bölgelerine yakın hem de güvenilir bir yerde olmak için, İstanbul’da muhakkak bölgesel ofislerini açıyorlar ve kendi evlerine ilave olarak İstanbul’da da ayrı bir ev almayı, yani ofis açmayı, burayı da ev kabul etmeyi, kendi ekonomik faaliyetleri için çok büyük avantaj olarak görüyorlar.

Nitekim sadece bölgemizden, Ortadoğu’dan, çevremizdeki ülkelerden değil, uzak bölgelerden de birçok büyük uluslararası şirket, bölgesel ofislerini İstanbul’da açmaya başladılar.

Türkiye’nin ekonomisi de inanılmaz bir dinamizm içerisinde. Başta, nüfusumuzun genç olması, eğitimli olması, bunun en büyük dinamosudur. Ama bunun yanında özellikle son 10 sene içerisinde yürütülen köklü siyasi ve ekonomik reformlar, Türkiye’yi ayrıca çok daha güçlü yapmıştır.

Bunun neticesindedir ki, son yaşanan ekonomik krizden Türkiye en az etkilenerek çıkan ülkelerin başında gelmiştir. Ayrıca Türkiye’nin Avrupa Gümrük Birliği içerisinde olması, 16 yıldır Avrupa Gümrük Birliği içerisinde kendisine güvenerek rekabet ediyor olması, dünyanın en büyük ekonomileriyle, lider sanayi ülkeleriyle serbest, açık, ama güven içerisinde bir rekabet ortamı içerisine girmesi, Türk ekonomisini bu süre içerisinde çok güçlendirdiği gibi, yeni pazarlar da açtı.

Dolayısıyla, Türkiye’de açacağınız bir ofis veya Türkiye’de uğraşacağınız bir üretim alanı, sadece Türk piyasalarına değil, Avrupa Birliği başta olmak üzere, bütün çevreye de hitap edecek bir pazar alanını size sunmaktadır.

Türkiye halen G-20’nin aktif bir üyesidir, Avrupa’nın 6. ve dünyanın da 16. büyük ekonomisidir.

1980’lerin başında başlattığımız dünya ile bütünleşme hareketimiz, 90’lı yıllarda kısa bir intika geçirse ve 2001 yılında büyük bir ekonomik krizin içerisine girsek de, bütün bunlardan bugün ders almış bir ülke olarak, kendimizi yeniden yapılandırmayı başarmış vaziyetteyiz. İşte bunun neticesindedir ki, çok köklü, siyasi, hukuki ve ekonomik reformları bu ülkede gerçekleştirdik. Bunun neticesinde bugün tam işleyen bir serbest piyasa ekonomisine sahibiz.

Türkiye’nin geçirdiği bu reform süreci, Türkiye’yi tabii ki çok cazip hale de getirdi. Demin Asya-Pasifik ülkelerini tarif ederken, “Siyasi istikrar, hukuk düzeni ve neticede başka ülkelerin tasarruflarını çekebilecek cazibeyi oluşturmaları gerekir” derken, Türkiye aslında son 10 sene içerisinde bunu gerçekleştiren bir ülke oldu ve nitekim sürekli bir şekilde ve sermaye akımı Türkiye’ye geldi.

Kriz döneminde bile 20 milyara yaklaşan bir direkt sermaye Türkiye’ye güvenerek geldi ve neticede başarılı oldular. Çünkü krizden en kısa süre içerisinde çıkan ülkelerin başında olduk.

Şüphesiz ki, Türkiye’deki eğitimin sağlamlığı, araştırma-geliştirme konularında yapılan harcamalar, verilen teşvikler, bu ekonomik kalkınmanın ve büyümenin ayrı bir dinamosu da oluştu.

Değerli Misafirler,

Size özellikle şu çağrıda bulunmak isterim ki: Türkiye hem Doğu için hem Batı için büyük fırsatlar sunmaktadır. Bir taraftan hızlı büyümesi, hâlâ büyüme potansiyelinin büyük olmasıyla çok büyük fırsatları sunarken, öte yandan da Avrupa Birliği’yle müzakere sürecinde olması, Maastricht Kriterleri’nin neredeyse tamamını gerçekleştiriyor olması, Türkiye’deki riskleri de minimum seviyeye indirmiştir.

Dolayısıyla, büyümenin yarattığı fırsatlar ve riskleri minimum olan nadir olan ülkelerden birisidir. O açıdan, Uzakdoğu’dan gelen dostlarımızın Türkiye’yi daha iyi tanımaları, Avrupa-Batı piyasalarıyla girecekleri temaslarda Türkiye’yi üs seçmeleri, Türkiye’yi değerlendirmeleri, inanıyorum ki doğru olacaktır. Onun için bu toplantının İstanbul’da yapılıyor olmasını da büyük bir fırsat olarak görüyorum; hem Türk iş adamları için hem de dünyanın en dinamik bölgesinden gelen değerli dostlarımız için.

Sözlerimin başında söylediğim şeyi tekrar etmek istiyorum. Birbirinizi tanımazsanız, birbirinizle oturup konuşmazsanız, birbirinizin kapasitesini, imkânlarını ve avantajlarını gözlerinizle birinci elden görmezseniz, tabii ki büyük ticari faaliyetler içerisine girmek kolay olmaz.

Bu toplantının, bu fırsatı vereceğine inanıyorum ve ayrıca burada bulunduğunuz süre içerisinde, her ne kadar hava biraz bugün sertse de, İstanbul’un güzelliklerini, Türkiye’nin İstanbul dışındaki güzelliklerini gezme ve görme fırsatını da elde edeceğinizi ümit ediyorum. Hepinize başarılar diliyorum. Bu toplantının verimli ve faydalı geçmesini temenni ediyorum.

Sağ olun.

Yazdır Paylaş Yukarı