Uluslararası Stratejik Araştarmalar Kurumu (USAK) Binası'nın Açılış Töreni'nde Yaptıkları Konuşma

04.11.2009
Yazdır Paylaş Yazıları Büyült Yazıları Küçült
Sayın Başkan,
Değerli USAK Mensupları,
Kıymetli Konuklar,
Hepinizi öncelikle sevgi ve muhabbetle selamlıyorum. USAK'ın yeni binasının açılışı münasebetiyle burada bulunmaktan da büyük memnuniyet duyuyorum. 2004 yılından bu yana siyaset, ekonomi, hukuk, sosyal bilimler, güvenlik gibi alanlarda başarıyla faaliyet gösteren; bağımsız bir düşünce kuruluşu olarak kamuoyunun doğru ve yeterli bilgi ihtiyacının karşılanmasında mühim bir vazife yerine getirdiğine inandığım USAK'ın Sayın Başkanı Sedat Laçiner'e, değerli arkadaşlarına, hepinize bundan dolayı takdirlerimi sunuyor ve başarılar diliyorum.
USAK'ın bu önemli faaliyetlerini yeni binasında daha büyük bir şevkle yürüteceğine de inancım tamdır.
Değerli Konuklar,
Biliyorsunuz aslında ben de bir akademisyenim. Ama dört yıldan fazla Dışişleri Bakanı olarak görev yaptım. On yılı aşkın bir süre Avrupa Konseyi Parlamenterler Asamblesi'nde bulundum. 2007 yılından bu yana da Cumhurbaşkanı vazifem çerçevesinde yoğun bir dış politika gündemi içerisindeyim.
Bunu şunun için söylüyorum: Dış politika meseleleriyle muhalefet partisi mensubu olarak, iktidar partisi mensubu olarak, milletvekili, Başbakan, Bakan ve hâlihazırda da Cumhurbaşkanı olarak farklı konumlarda hep ilgilendim.
1980'li yıllarda İslam Kalkınma Bankası'nda ekonomist olarak çalışıyordum. O zaman e-posta yoktu. Muhataplarımızla, ülkelerle, karşıtlarımızla konuşurken çok başka araçlar kullanıyorduk. 1991 yılında milletvekili seçilip Avrupa Konseyi Parlamenterler Asamblesi üyesi olduğumda, Avrupa Konseyi'nin o zaman bir internet sitesi yoktu. Şimdi bütün raporları, her şeyi artık oturduğumuz yerde, buradan görebiliyoruz, okuyabiliyoruz; onlarla ilgili karşı yorumlarımızı gönderebiliyoruz.
Aradan 20 sene gibi bir dönem geçti. Bu 20 sene içerisinde ne kadar her şeyin farklılaştığını, ne kadar her şeyin değiştiğini hep beraber görüyoruz. Muazzam bir bilgi ve haber trafiği artık sözkonusu. Bunları şöyle bir hatırlatmak istedim. Televizyon kanalları, gazetelerin internet sayfaları, haber siteleri dünyanın en ücra köşelerinde meydana gelen olayları anında gözümüzün önüne getiriyor, paylaşıyorlar. Adeta futbol maçı seyreder gibi, dünyanın önemli olaylarını anında seyrediyoruz.
Şimdi bu yaşanan değişim ve dönüşüm, şüphesiz çok ciddi bir adaptasyonu da gerektirmektedir. Herkes kendisini buna uyarlamak zorundadır. Zira bilgi artık sadece resmî makamların tekelinde değildir. Aksine sivil kanallar her geçen gün daha fazla önem kazanmaktadır. Yanına yaklaşamadığımız binaların içinde, bahçelerinde neler olduğunu Google'dan girip hepimiz görebiliyoruz. Şimdi bu çerçevede dış politika bakımından da kamu diplomasisi kavramı giderek tabii ön plana çıkmaktadır. Artık yalnızca doğru olanı yapmak yetmiyor, uygulanan politikaların da gerekçelerinin en iyi şekilde izah edilmesi gerekiyor. Bu sadece dış politika için sözkonusu değil, ülke yönetimi için de tabii bu dediklerim geçerlidir. Çünkü artık insanlar, kendi temsilcilerini televizyonlarda, canlı yayınlarda takip ediyorlar; "ne konuşur, bana ne söz verdi, orada ne yapıyor, bana nasıl hareket edeceğini söyledi, gittiği yerde oyunu kullanırken elini nasıl kaldırıyor" diye. Dolayısıyla müthiş bir şeffaflaşma ortamı sözkonusu. Bu, hem dış politikada hem iç politikada çok geçerli.
İşte bu noktada, USAK gibi düşünce ve araştırma kuruluşlarının, hem toplumun görüş ve önerilerinin karar alma süreçlerine veri olarak dahil edilmesinde hem de resmî politikaların iç ve dış kamuoyuna en iyi şekilde anlatılmasında önemli roller yaptığı kanaatindeyim. Çağın gereklerine ayak uydururken, aslında söylemek istediğim şeyler de bu.
Burada tabii iki konuya büyük önem vermemiz gerektiği kanaatindeyim. Bunlardan biri, belki de önkoşul teşkil edeni, elbette teknik ve teknolojik olarak en ileri düzeye, dünyadaki en yüksek standartlar neyse, ona ulaşmaktır.
Türkiye'de, gerek kamu sektöründe olsun gerek özel sektörde olsun, teknolojiyi adapte etme açısından, teknolojiyi uyarlama açısından çok büyük gelişme sözkonusu gerçekten. En gelişmiş ülkelerdeki teknoloji, özellikle bilişim teknolojisi Türkiye'de de var. Ancak tek başına teknolojik ilerlemeyi yeterli görmemiz mümkün değildir. İkinci uyarlama, kendimizi adapte etme noktası da zihinsel dönüşümü sağlamaktır. Bu tabii çok kolay değildir. Teknolojiyi hemen alıp adapte ediyoruz ama zihinsel dönüşüm vakit alan, insanların ikna edilmesi gereken fevkalade bir konudur.
Konuya dış politika açısından baktığımız zaman düşünce ve araştırma kuruluşlarının bu bakımdan sahip olduğu işlevin altını özellikle çizmek isterim. Giderek derinleşen, yeni boyutlar kazanan, hatta karmaşıklaşan küresel, siyasi ve ekonomik ilişkileri daha iyi kavrayabilmek için etkin kurumlara ve mekanizmalara sahip olmamız gerektiğine inanıyorum. Düşünce-araştırma merkezleri, resmî kurumlarla birlikte devlet politikalarının uluslararası topluma ve kamuoylarına en iyi şekilde izah edilmesi açısından çok önemlidir.
Modern dünyada ülkelerin resmî kanallardan dertlerini anlatmaları kadar, diğer sivil kanallarla anlatmaları da çok önemlidir. Hatta sivil kanallarla meselelerinizi anlatmanız daha etkilidir, daha netice alıcıdır ve daha da kalıcıdır. Çünkü resmî görevi olan insanlar; bu cumhurbaşkanı, başbakan, bakan, büyükelçi veya herhangi bir resmî temsilci olabilir, muhakkak ki o ülkenin resmî pozisyonunu, inansa da inanmasa da, anlatacaktır. O açıdan onun etkisi daha azdır. Ama sivil toplumun, bilim adamlarının, düşünce insanlarının, gazetecilerin bu konuları inanarak anlatmaları, daha ikna edici olmaktadır. Aynı şekilde yine milletvekillerinin muhataplarıyla biraraya gelip serbest ortamda tartışmaları çok daha iyi netice vermektedir. Bu açıdan düşünce-araştırma merkezlerine çok önem veriyorum.
Şunu da ifade etmek isterim ki; gelişmiş ülkelerde, büyük ülkelerde, kalkınmış ülkelerde, o ülkeleri güçlü yapan unsurlardan biri de çalışma merkezleridir; "think-tank"lar, düşünce kuruluşlarıdır. Türkiye bu anlamda biraz geç kalmıştır; biraz önce Sayın Başkan'ın da söylediği gibi. Ama bugün gelinen noktada dikkati çeken güzel düşünce kuruluşlarının ortaya çıktığını görmek beni memnun etmektedir ve bunun için bugün desteğimi göstermek için buranın açılışına geldim. Çünkü biliyorum; büyük ülkelerde, mesela CFR, Brookings, Chatham House gibi enstitülerde, kuruluşlarda neler konuşulduğunu, nasıl konuşulduğunu, bazen kapalı kapılar ardında konuşulan meselelerin ne kadar ciddi konular olduğunu ve sonunda siyasete bunların nasıl uygulandığını çok iyi bilen bir kişi olarak, bu tip faaliyetlerin ülkemizde de gerçekleştirilmesini çok önemsiyorum. Aranızda çok değerli diplomatlar, gazeteciler, bilim adamları var. Bütün bu toplantılardan kendilerini tanırım, görürüm ve neticede bu işin önemini bilen insanların daha aktif olmasını gerçekten teşvik etmek istiyorum.
Değerli Misafirler,
Geçen hafta, Cumhuriyetin 86. yıl dönümünü kutladık. Aslında Anayasamızın temel ilkeleri, demokratik, laik bir hukuk devleti olmamız konusunda, Türkiye'de çok büyük bir mutabakat sözkonusudur. O günlerden bu günlere şöyle bir baktığımızda, ülkemizin her bakımdan ne kadar geliştiğini çok iyi bir şekilde görmekteyiz. İnanıyorum ki, yüzüncü yıl tamamlandığında, bir asrı geride bıraktığımızda, çok güçlü bir Türkiye sözkonusu olacaktır. Bu doğrultuda, emin adımlarla ilerlediğimize, samimi olarak inanan kişilerden birisiyim. Bunun için hem iç konularda hem dış konularda, çok daha tartışmalı bir ortama ihtiyaç olduğuna da inanıyorum. Şundan dolayıdır ki, eğer ülkeler kendi meselelerini kendileri tartışarak, açık, şeffaf bir ortam içinde değerlendirerek halletmezlerse, o ülkelerin meseleleri gelecek nesillere hep yük olarak aktarılmaktadır. Bu açıdan, bugün Türkiye'de çok canlı bir tartışma ortamını görmekten aslında memnuniyet duyuyorum. Bunların neticesinin Türkiye'yi doğru istikametlere taşıyacağına da inanıyorum. Çünkü Türkiye'nin ana arterleri çok sağlamdır. Temel düşünceler çok sağlamdır.
Dış politikayla ilgili konulara gelince, size şunları söylemek isterim. Ülkemiz, ortak çabalarımızla, küresel düzeyde giderek bir cazibe merkezi haline dönüşmektedir. 2008 sonu itibariyle, Ekonomimizin, harcama paritesine göre, 1 trilyon Dolarlık gayri safi milli hasılaya ulaştığını düşünürsek, Türkiye'nin nasıl bir cazibe merkezi olduğunu da görüyoruz. Yine, siyasi etki ve nüfusuna paralel olarak artan iktisadi gücümüz, Türkiye'nin milletlerarası münasebetlerine daha fazla kaynak ayırmasına, uluslararası sahnede belirleyici ve yön verici bir rol oynamasına imkan tanımakta: keza istikrar ve refahın tesisine yönelik gayretlerimizi de kolaylaştırmaktadır. Bu sayede Türkiye, Asya'dan Afrika'ya kadar uzanan geniş bir coğrafyada takdirle karşılanan çok büyük insani ve teknik yardımları da yapan bir ülkedir. Burada hemen dikkatinize getirmek isterim ki, Türkiye bir zamanlar, yardım alan bir ülke idi. Türkiye'nin bugün donörler kulübü içinde olduğunu ve yılda bir milyar Dolara yaklaşan düzeyde sadece insani amaçlarla yardım yaptığını da hatırlatmak isterim. Bunun neticesidir ki, aslında BM Güvenlik Konseyi geçici üyeliğimiz, fevkalade büyük bir destekle gerçekleşmiştir ve orada da üzerimize düşeni en iyi şekilde yapmaya çalışmaktayız.
Devletimizin uluslararası sahnedeki ağırlığı, meselelere bakışı, dış politika çizgisi, süreklilik arz eden unsurlardır. Neticede bu bir bayrak yarışıdır ve kazanırsak hep birlikte kazandığımız da hatırda tutulmalıdır. Bu, iç politikanın çok üstünde olacak bir konudur. Şundan emin olmanız gerekir ki, nüfusunun çoğunluğu Müslüman olan bir ülkede, demokrasinin ve serbest piyasa ekonomisinin tüm kural ve kurumlarıyla yerleşmesi, şeffaflık ve kültürel haklar yolunda önemli adımların atılması, bütün dünya tarafından tabii takdir edilmektedir. Ancak bunlar en çok kendi halkımız tarafından takdir edilecek hususlardır. Bütün bunlar, dünyanın takdirini kazanmak veya ilgisini çekmek için değil, kendi halkımıza olan borcumuzu ödemek için yapılan güzel şeylerdir ve bunun böyle görülmesini de isterim. Türkiye demokratik ve laik siyasi sistemi, dinamik yapısı ve çağdaş kültürel kimliği ile Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana dünya için örnek ve model rolünü sürdürmektedir. Hepimizin bunun getirdiği sorumluluğun bilincinde hareket etmemizin önem taşıdığına da inanıyorum.
Aziz Atatürk'ün "yurtta sulh, cihanda sulh" ilkesi doğrultusunda, çok boyutlu kapsayıcı, sağduyulu ve ilkeli bir dış politika izlemeye de devam ediyoruz. Türkiye'nin dış politikası salt çıkar merkezli değildir. Türkiye, doğru bildiğini, eğip bükmeden söyleme hakkına ve itibarına sahip bir ülkedir. Saygın geçmişi ve bölgesindeki özel ilişkileri, Türkiye'ye dostlarını dahi eleştirme ve her şart altında doğruyu savunma sorumluluğu da yüklemektedir. Ülkemiz dün olduğu gibi bugün de yeri geldiğinde, "dost acı söyler" yaklaşımıyla, yeri geldiğinde, dostlarını uyarmaktadır. Ancak bunu yaparken, dostluk ilişkilerinin özüne zarar vermemeye de büyük itina göstermektedir. Bu anlamda dış politikamız, etik, ahlak temelli bir dış politikadır. Zira, Türkiye uluslararası hukuk ve meşruiyet zemininde hareket eden bir ülkedir. Bunun da çok önemli olduğuna inanıyorum. Çünkü ilkeli olduğunuz andan itibaren, sizinle farklı düşünseler bile, size saygı gösterirler ve kendinizi de zor koridorların içine sokmazsınız. Yeter ki, o ilkeli davranışınızı devam ettirebilesiniz. Demokrasi, insan hakları, komşularımızın çıkarları, ahde vefa, bizim için öncelikli konulardır. Tarihimiz, bunun tabii ki çeşitli örnekleriyle de doludur; hem yakın tarihimiz, hem eski tarihimiz.
Millet iradesinin tecelligahı olan TBMM, dünyada pek çok meclisin alamayacağı kararları, cesaretle, yeri geldiğinde, almıştır. Türkiye en zayıf olduğu günlerde dahi pek çok dış politika hamlesini, büyük devletlerin itirazlarına rağmen gerçekleştirebilmiştir. Türkiye'nin ilkeli ve ahlaki tavrı bugün de devam etmektedir. Temel hedefimiz, milli menfaatlerimiz muhafaza edilmek suretiyle; istikrar, güvenlik ve refah üretmektir. Bunun için de etkin ve proaktif diplomatik girişimlerle bölgemizdeki sorunların barışçı çözümü, en öncelikli mesele olarak karşımızda durmaktadır.
Türkiye, dünyanın en elverişli jeopolitik bölgesinde yer almamaktadır. Çevremizde bazıları zamanla kronikleşmiş, muhtelif ihtilaflar vardır. Sorunlar, şüphesiz karşılıklı çabayla halledilir. Sadece tek bir taraftan iyi niyetli jestleri beklemek, tabii, gerçekçi ve adil de olmaz. Dolayısıyla, mevcut meselelerin ne pahasına olursa olsun çözülmesi gerektiği gibi bir algılama içine girmemek de gereklidir. Ancak sorunları ataletle de çözemeyiz. Bu itibarla tüm devletler için geçerli olduğu gibi, Türkiye'nin de dış politikasının gerektirdiği esneklik ile milli menfaatler arasında hassas bir denge gözetmek elzemdir. Aslolan, bizim kaybımız, başkasının kazancı şeklinde bir algılamanın ötesinde, meselelere kazan-kazan optiğinden bakabilmek, tüm tarafların menfaatlerinin buluşacağı ortak paydayı gözeten çözüm yollarının üretilmesi için bölgesel ve uluslararası diyalog ikliminin teşvik edilmesidir. Türkiye, tarihin belki de en zor sınamalarından geçmiş köklü ve deneyimli diplomasi geleneği sayesinde bu tarz çözüm yollarını rahatlıkla kullanacak potansiyele, etkiye ve güce sahiptir.
Burada bir kez daha altını çizmek istediğim şey şudur: Bazılarının, özellikle son dönemde, "Türkiye nereye gidiyor, Türkiye Doğuya mı gidiyor, Türkiye hangi istikametlere gidiyor?"; sanki Türkiye şaşırmış, denizin ortasında dalgalara göre sürüklenen bir ülke şeklindeki algılamalarıdır. Hiç böyle değildir, gayet açık söylüyorum. Türkiye'nin ne yaptığı gayet bellidir. Türkiye'de ne yapılıyorsa gayet dikkatli şekilde yapılmaktadır. Türkiye tabii ki, hem doğuya hem batıya hem kuzeye hem güneye, her tarafa gitmektedir. Önemli olan nokta şudur; Türkiye'nin değerleri hangi istikamette gelişmektedir: Demokratik değerler, hukukun üstünlüğü, insan haklarına saygı, şeffaflık, hesap verebilirlik, kadın-erkek eşitliğiyle ilgili konular, serbest piyasa ekonomisinin işlerliği.
Bütün bu konularda, Türkiye'nin gittiği istikamete bakılırsa, o zaman Türkiye'nin hangi yöne gittiği çok daha iyi tespit edilir. Onun dışında yazılanların, bazılarının iyiniyetli olarak yazıldığı kanaatindeyim. İyiniyet de şundan dolayı: Türkiye'nin bu değerini anlamayanlarını uyarma açısından, bazı dostlarımızın dikkatini çekme açısından iyi niyetli yazılar. Bazılarının da kıskançlık olduğu kanaatindeyim. Yani, Türkiye'nin bu konumunu ve bu Türkiye'nin davranışını bilmeyerek, bazılarının da bilgisizlikten yaptıkları kanaatindeyim. Yani çeşitli, çok egzantrik düşünceleri zaman zaman okuyorum bazı makalelerde, yazılarda. Bunların hiçbiri geçerli değildir. Türkiye ne yaptığını bilmektedir. Demin söylediğim gibi önemli olan, Türkiye'nin kendi içindeki bu değerlerin, hangi trende göre, hangi istikamette geliştiğidir. Bu konuda da şöyle kısa bir çalışma yapılırsa, giderek Türkiye'nin bütün bu söylediğim değerleri güçlendirici istikamette geliştiğini göreceğiz. Muhakkak ki noksanlar vardır. Muhakkak ki yapılacak şeyler çok fazladır. Bu trendin hızı, sürati, yüksekliği tartışılabilir, bu ayrı bir konudur. Ama istikametini tartışmak da tamamen bilgisizlikten kaynaklanmaktadır.
İkinci bir nokta da şu, burada özellikle altını çizmek istediğim unsur, Türkiye'nin bölgesinde yapmak istediği şey barışı sağlamaktır. Çünkü istikrarın sağlanmadığı, güvenlik meselelerinin halledilmediği bir bölgede, kesinlikle, ekonomik kalkınma, işbirliği ve refah olmaz. O ülkenin insanları mutlu olamaz. Onun için Türkiye'nin komşularıyla olan ilişkilerinde, bölgeyle olan ilişkilerinde, birinci derece hedeflediği şey, güvenlik sorunlarını çözmek, istikrarı getirmektir. Bu temel üzerinde geniş bir alanda barışı tesis edip, onun üzerinde de ekonomik işbirliğini, alabildiğine gerçekleştirmektir. Refahın yolu budur. Bölgedeki insanların mutlu olmasının da yolu budur. Dünyanın hangi bölgesine bakarsanız bakın, bölgesel istikrarın temin edilemediği bir yerde ekonomik kalkınma da söz konusu olmamıştır; çünkü mecburen kaynaklarınızı güvenlik konularına harcayacaksınız. Bu bölgede de tarihi birikimi, konumu, gelişmişliği dikkate alındığında, bu sorumluluğun Türkiye'de olduğu kanaatindeyiz ve onun için Türkiye inançlı bir şekilde bu politikalarına devam edecektir.
Biraz önce söylediğim gibi, şüphesiz ki, bu politikalar "birisi kazanacak birisi kaybedecek" şeklinde değil, hep beraber kazanma üzerine olacaktır. Onun için çok küçük bir mercekten değil, çok geniş bir ölçekten baktığımızda herkesin çıkarının burada olduğunu da görmekteyiz. Nasıl Avrupa'da, Helsinki'de, AGİT kararları alınıp, sınır problemleri halledilip, temel meseleler, güvenlik meseleleri halledildikten sonra çok büyük, hızlı bir kalkınma sözkonusu olduysa, özellikle gelişmesi gereken ülkelerde, bölgemizde de böyle olması gerektiğine inanıyorum. Onun için bölgeyi yine Türkiye'nin sınır komşularıyla değil, daha geniş şekilde düşündüğümüzde de ülkemiz yeri geldiğinde inisiyatifler almaktadır. Kafkaslarda bunu yapmaktadır. Ortadoğu'nun nükleer silahlardan arınması, bölgemizin tamamen nükleer silahlardan arınması da Türkiye'nin önemli hedeflerindendir. Bunun da, çalışılırsa, mümkün olduğuna inanıyorum.
Hatırlayacaksınız, doksanlarda 1. Körfez Savaşı'nda, BM Güvenlik Konseyi'ne de bu konu gelmiştir ve bununla ilgili aslında ilk hukuki adımlar atılmıştır: Ortadoğu'nun tamamen, Ortadoğu'daki bütün ülkelerin tamamen nükleer silahlardan arındırılması meselesi. Kararlı bir şekilde bu konuların üzerine gitmek gerektiği kanaatindeyim. Şüphesiz ki, BM Güvenlik Konseyi'nin 5 daimi üyesinin kararlı tavrının, başta ABD olmak üzere, bu konuda önemli, yeni gelişmeleri mümkün kılacağına inanmaktayım.
Değerli Konuklar,
Türkiye'nin AB ile olan ilişkilerinin nasıl bir devlet projesi olduğunu söylemeye gerek yok. Bu konuda zaman zaman hoş olmayan söylemleri doğrudan veya dolaylı şekilde duyuyoruz. Aslında bunları ciddiye almıyoruz. Bunlar, Türkiye'yi rayından çıkarmak için söylenen şeylerdir. Türkiye, rayından çıkmayacaktır, bunu kesinlikle söylemek isterim. Çünkü hukuki temel çok sağlamdır. Hukuki müktesebat çok sağlamdır. Türkiye müzakerelere başlamıştır. Türkiye kriterleri yerine getirdiğinde, tabii ki tam üyelik de gerçekleşecektir. Ayrıcalıklı üyelik, sınırlı üyelik gibi şeyler zaten AB kavramı içinde değildir. Böyle bir sınıf da sözkonusu değildir. Bu sabah, Almanya eski Dışişleri Bakanı Sayın Genscher ile biraraya geldik. Onunla da bu konuyu konuşurken, "Türkiye şu anda zaten çok ileri derecede ayrıcalıklı bir ortak" dedi. Yani bunun ötesi ne olabilir ki? Dış politika konularında ortak. AB'nin dış politika konularının %95'ine Türkiye katılmıştır. Güvenlik konularında aynı. Dünyanın kriz bölgelerinde askerlerimiz beraber. Gümrük Birliği çerçevesinde, neredeyse 15 senedir, Avrupa'nın en güçlü sanayileriyle gümrükleri sıfırlamışız. Rekabet edecek durumdayız. Bunun ötesi yok. Bunun ötesini seslendirmek, sadece retorik olur ve bunun ötesini seslendirmek sadece güçlü bir Avrupa'nın geleceğine inançsızlık olur.
Eğer bu tip davranışlar ve bu tip bir yorum içerisine girerseniz, o zaman 6 kurucu üyeli Avrupa'ya dönmek gerekir. Halbuki Avrupa bunları tartışmıştır ve aşmıştır. Avrupa'nın bugün yaşadığı sıkıntıları da tabii görmezlikten gelemeyiz. Her ülkede olduğu gibi Avrupa'nın içinde de bu tip konjonktürel sıkıntılar sözkonusu olabilir. Bunların stratejiyi asla değiştirmemesi gerekir. Bu noktada da Türkiye'nin kararlılığı kesindir. Türkiye, müzakere süreci içinde kendi üzerine düşenleri yapacaktır. Avrupa Birliği de seyredecektir, bir şey yapmayacaktır. Bazıları bana "Avrupa çok yoruldu, çok yorgun, onun için birazcık durmak gerekir" diyorlar. Biz Avrupa'nın bir şey yapmasını istemiyoruz ki! Avrupa'nın sadece bizi seyretmesini istiyoruz. Yapacak olan biziz. Reformları yapacak olan Türkiye, Avrupa yapmayacak. Avrupa sadece seyredecek. Bize "tamam, bizim standartlarımıza eriştiniz" veya "erişmediniz" deme zahmetinde bulunacaktır. O bakımdan, bir kez daha ahdevefa duygusunun altını çizmek gerekir. Çünkü eğer ülkeler, liderler, attıkları imzaların şaka olduğunu, onların çok da bağlayıcı olmadığını düşünürlerse veya bu intibaı verirlerse, o zaman çok büyük güven bunalımları ortaya çıkar ve çok tehlikeli bir durum ortaya çıkar. İnanıyorum ki, bunlar geçici şeylerdir. O açıdan, Türkiye kararlılıkla yoluna devam edecektir.
Geçenlerde söylediğim gibi, Türkiye'nin müzakereleri tamamlamasının ardından, bazı ülkeler zaten referandum kararı almış durumdadır. Onların verecekleri karara da saygı gösteririz o zaman. Türk halkının da o zaman kararı ne olacak, onu bilmeyiz, bazı ülkelerde olduğu gibi. Ama bunlar, bugün tartışılacak konular değildir.
Değerli Katılımcılar,
Son olarak şuna değinmek istiyorum. Şüphesiz ki, ABD Türkiye'nin dış politikasında çok önemli bir ayaktır ve birçok konuda, dünyayı ilgilendiren birçok meselede Türkiye ile ABD'nin ajandası da örtüşmektedir. Zaman zaman muhataplarıma, gerek Dışişleri Bakanı olduğum dönemde, gerek Cumhurbaşkanı olduğum dönemde Amerikan Başkanlarına, "elinize bir kağıt alın ve ilgilendiğiniz konuları şöyle bir yazın" demişimdir. "Bir de ben yazayım, yan yana koyalım, bakalım ilgilendiğiniz konuların bu kadar çakıştığı kaç tane ülke bulursunuz?" diye kendilerine söylemişimdir. Kendileri de gerçekten bunun farkındadırlar. Bizim ilgilenmediğimiz birkaç konu vardı. Şimdi BM Güvenlik Konseyi'ndeki görevlerimizden dolayı, onlarla da ilgilenir hale geldik: Kore ile ve işte başka meselelerle.
Tabii ki, Türkiye bir süper güç değil, ABD gibi sorumluluğu aynı çapta olamaz. Ama Türkiye'nin de bulunduğu bölgede ve çevresinde tarihi ilişkilerinden dolayı çok önemli sorumlulukları vardır. Bu konuları, ABD ile daha iyi bir karşılıklı saygı, anlayış ve işbirliği içinde yürütmeye devam etmekte, bundan büyük bir mutluluk duymaktadır. Özellikle Başkan Obama'nın ilk denizaşırı ziyaretini Türkiye'ye yapması ve ziyaretini görevinin başında yapması gerçekten çok faydalı olmuştur. Çok geniş bir şekilde bütün konuları istişare etme ve daha işin başında olduklarından dolayı bütün bilgilerimizi, tecrübelerimizi kendilerine hep aktarma imkanımız olmuştur. Bu dönemin iyi değerlendirilmesi gerektiği kanaatindeyim. Çünkü, ABD Başkanı görev başına geldikten sonra, ilan ettiği bir şey olmuştur: "Tek taraflı hareket etmeyeceğim, çok taraflı hareket edeceğiz, müttefiklerimizle konuşacağız, dinleyeceğiz ve neticede kararlarımızı izah edeceğiz ve büyük bir dayanışma içinde olacağız". Bu anlayış dünyaya bir rahatlık da getirmiştir. Ümit ediyorum ki, bu anlayış iyi değerlendirilir ve birçok kronik problemin çözümüne fırsat verir. Ortadoğu, nükleer meseleler, tüm bu konularda bu politikanın iyi değerlendirilmesi gerektiği kanaatindeyim.
Son olarak şunu ifade etmek istiyorum: Özellikle Afganistan ve Pakistan, daha doğrusu Afganistan meselesi, tabii Pakistan Afganistan'a komşu olduğu için ister istemez ismi beraber anılıyor, yoksa esas mesele tabii ki Afganistan'daki meseledir. Ortadoğu nasıl büyük bir olaysa, global, bütün dünyayı ilgilendiren bir meseleyse, Afganistan da böyledir. İşler eğer ters giderse, bu daha da büyük bir problem haline gelebilir. O bakımdan burayla çok yakından ilgilenmek herkesin sorumluluğundadır. Biz, Türkiye olarak, bu sorumluluğumuzun farkındayız. Bunun için iki kez, ISAF'ın komutanlığını tek başımıza üstlendik. Şimdi de üç-dört gün önce NATO çerçevesinde güvenlik konularıyla ilgili Kabil Bölge Komutanlığını devraldık. Ama şuna inanıyorum: Afganistan'a epeyce gidip gelen ve Afganistan'ı bilen, NATO toplantılarında yine Dışişleri Bakanı ve Cumhurbaşkanı olarak yaptığım konuşmalarda da ifade ettiğim gibi, Afganistan sadece askeri yollarla, metotlarla çözülecek bir mesele değildir. Afgan halkını kazanmadan, Afgan halkının gönlüne girmeden, bu problem çözülmez. Şimdiye kadar askeri anlamda çok masraf yapılmıştır. Ama gelinen nokta ortadadır. Ben Afganistan'a gittiğimde, Kabil'i adım adım gezdim. Kabil'in dışına çıktım. Gördüğüm manzara şuydu: Bir uluslararası güç, askerler; Amerikan askerleri, NATO askerleri, Türk askerleri, bir de onlarla beraber Afgan askerleri. Afgan askerlerinin o çok fakir kıyafetleri, başlıksız, postalsız halleri ve yanında tam teçhizatlı diğer askerler. Şimdi bu iki asker de beraber hareket ediyor. Böyle bir strateji, böyle bir politika olmaz. Afganların aslında söylediği şey şu; "siz bizim askerlerimizi eğitin, bize güvenin, bizim askerlerimizi giydirin, teçhizatlarını tam verin, biz kendi işimizi kendimiz yaparız, sizin çocuklarınız bizim için feda olmasınlar". Bunu çok açık bir şekilde söylerler. Ama ne yazık ki, bu yönde bir zafiyet var. Mesela, Afgan halkının kalbini, gönlünü kazanmak dediğimde, Türkiye'nin yaptığını hiç kimse yapmamaktadır, açık söyleyeyim size. Yapılanları şüphesiz ki çok takdir ediyoruz. Ben nispet olarak söylüyorum. "Kabil'i adım adım gezdim." dedim; Kabil'in bütün sokakları çamur deryasıdır ve insanlar, çocuklar, kadınlar hep çamur içinde gezer. "Gelin buraya asfalt dökelim, bu halkı kazanalım" diye çok ısrar etmişimdir, ama bir fon kurulamamıştır. Şimdi Türkiye TİKA vasıtasıyla asfaltlamaya başlamıştır Kabil'i. İşte gönül ve kalp böyle kazanılır. Bir zamanlar kızların sokağa çıkmasının yasak olduğu ülkede, şimdi Türk NGO'ları binlerce öğrencilik kız okulları açıyor. Ben mesela gidip 2000 kişilik bir kız kolejinin açılışını yapmıştım. Sayın Babacan Dışişleri Bakanlığı döneminde gidip bütün dolaşmıştı. Sayın Davutoğlu gidip bütün Afganistan'ı dolaşıyor. O açıdan Türkiye, Afganistan'ın problemlerinin çözümünde Pakistan'la da yakın işbirliği içindedir. Sizler de eminim ki takip etmişsinizdir. Üç kez Türk, Pakistan ve Afgan Cumhurbaşkanları biraraya gelip, nasıl daha güzel çalışabilir diye görüşmüşlerdir. Özellikle Pakistan ve Afganistan arasındaki çalışma, işbirliği ortamını geliştirme konusunda Türkiye'nin yine çok büyük katkıları olmuştur. En son olarak da, ki bu ilk defa olmuştur, Genelkurmay Başkanları, istihbarat teşkilatları, üç ülkenin Cumhurbaşkanları Ankara'da biraraya gelmiştir. Bütün bunların hep neticesinin iyi olacağına inanmaktayım.
Kafkaslarda güvenlik ve istikrar yine hepimiz için çok önemlidir. Eğer Kafkaslarda istikrar söz konusu olmazsa, Kafkaslar bir duvar gibidir; Doğu ile Batı'yı ayıran bir duvar gibidir. Ama orada bir çözüm, istikrar sözkonusu olursa, o zaman da işbirliğinin alabildiğine gerçekleştiği bir alan haline dönüşebilir. Gürcistan olayları şunu göstermiştir ki; donmuş problemler daima patlayabilir ve bunların büyük neticeleri de olabilir. Düşünün, Gürcistan'daki savaş sırasında Türk Boğazlarında Montrö Sözleşmesi tam uygulanmasaydı, çok büyük gemiler o küçük Karadeniz'e girmiş olsaydı ve orada karşı karşıya gelselerdi; uçaklar için "it dalaşı" olarak tabir edildiği gibi büyük, hantal savaş gemileri aynısını yapsaydı, neler çıkabilirdi ortaya. Onun için Türkiye bu ilkeli politikasına kararlılıkla devam etmektedir ve edecektir. Kafkasların da sorunlarının çözümü için çok cesur adımlar atmıştır. Bu bağlamda ümit ediyorum ki, Ermenistan'la başlatılan normalleşme süreci neticelenir. Aynı şekilde, Kafkaslarda ayrı bir realite ve gerçek de Azerbaycan'ın işgal altındaki topraklarıdır. Bu konuda şunu söylemek isterim: Karabağ konusunda tabii ki çeşitli tartışmalar vardır, ama Azerbaycan'ın işgal altında olan topraklarının Azerbaycan'a ait olduğu konusunda hiçbir şüphe yoktur. Bu konuda Ermenistan'ın da herhangi bir iddiası zaten sözkonusu değildir. O bakımdan, çalışmaların özellikle bu işgal altındaki toprakların bir an önce boşaltılması yönünde yoğunlaşması, inanıyorum ki, oradaki birçok sorunu da daha kolay bir şekilde çözecektir.
Çok mutlu olduğum, memnun olduğum nokta şudur: 18 yıldır sessiz şekilde ve çok düşük seviyede giden Minsk Grubunun çalışmaları, son bir sene içinde Türkiye'nin takip ettiği politikalarla Başkan Medvedev'in, Başkan Obama'nın gündemine gelmiştir ve onların düzeyinde yürütülmektedir. Bundan her iki ülkenin de, yani Azerbaycan ve Ermenistan'ın da mutlu olduğu kanaatindeyim.
Değerli Konuklar,
Türkiye'nin Afrika'da da ne kadar açılım içinde olduğunu en iyi şu göstermektedir: On yeni büyükelçilik açılmıştır, buralara tayinler de yapılmıştır. Afrika'yla olan tarihten gelen bağlarımız tekrar canlanmaktadır. Afrika'yla olan ilişkilerimiz ticaret ve ekonominin, siyasetin ötesinde insani kaynaklıdır. Afrika'ya karşı herkesin sorumluluğu olduğu inancındayım. Yıllardır Afrika'nın kaynakları bir şekilde aktarılmıştır. Şimdi Afrika'ya artık herkes insanlık borcunu ödemek durumundadır. Çünkü eski yıllarda, sözlerimin başında söylediğim internetin, televizyonun olmadığı dönemlerde Afrika'daki hayat standardı hiçbirimizin evine gelmiyordu, bilmiyorduk. Oradaki çocukların ne yaşadığını, kadınların ne çektiğini bilmiyorduk. Ama bu çağda bunun sürdürülmesi mümkün değildir. Bir tarafta o acılar, bir tarafta da büyük bir mutluluk. Onun için zaman geçirmeden Afrika'ya herkesin çok daha büyük ilgi göstermesi gerekiyor. Türkiye yine sorumluluğunu göstermektedir. TİKA'nın çok büyük faaliyetleri sözkonusudur bütün Afrika'da. İnanıyorum ki, Türkiye'nin takip ettiği bu politika hep uluslararası camia tarafından da takdir edilmektedir.
Bunların en iyi şekilde anlatılması, az önce söylediğim gibi, devlet görevlileri tarafından tabii ki yapılıyor. Ama bunların tartışılmasında, anlatılmasında sivil gücün çok ayrı bir etkisi vardır. İşte sivil güç, yeri geldiğinde gazetecidir, yeri geldiğinde bilim adamlarıdır, yerine geldiğinde de buralardaki araştırmacılardır.
Şüphesiz ki, sizleri yönlendirmek şeklinde değil, doğru bildiklerinizi muhakkak ki anlatacaksınızdır. Türkiye'nin haklı meselelerini anlatırken, Türkiye'ye de muhakkak ki dünyada olup bitenleri en iyi şekilde aktarma açısından öğütler de vereceksiniz. O bakımdan Türkiye'de düşünce kuruluşlarının giderek kökleşmeye başlamasından ve gelişmesinden büyük bir mutluluk duyuyorum. Bu anlayış, bu çerçeve içerisinde bugün buraya geldim. Belki bugün burası küçük bir bina, sayınız belki az olabilir, ama inanıyorum ki, kısa süre içerisinde daha da büyüyeceksiniz, sizi örnek alan başka kuruluşlar çıkacaktır.
Size katkı veren herkese teşekkür etmek isterim öncelikle. Bu işler nihayette maddi imkânlarla yapılmaktadır. Buralarda hiçbir devlet katkısı yoktur. Bunu burada söylemek isterim. Bunlar sadece bu işlere gönül vermiş insanların katkılarıyla gerçekleştirilen faaliyetlerdir. Sizleri tebrik ediyorum, sizlere destek verenleri de tebrik ediyorum.
Hepinizi yakından da tabii takip ediyoruz. Artık çoğunuz, sadece buranın mensubu olarak değil, aynı şekilde değerli gazeteciler, televizyonlardaki tartışmaların en kaçınılmaz katılımcılarıdır. Bir taraftan halkı aydınlatıyorsunuz, bir taraftan istediğiniz yerlere mesajlar veriyorsunuz. İşte açık toplum da budur. Türkiye'nin "soft power"ı giderek güçleniyor ve örnek oluyor derken de bunları söylüyorum. Buna gerçekten inanan bir kişiyim. Bir ülkeyi neyin güçlü yaptığını da birçok demeçlerimde hep tekrarlamışımdır. Önce tabii ki demokrasisi güçlü olacaktır. Çok geniş anlamda, "soft power" dediğimiz, demokrasisi güçlü olacaktır, hukuku çok açık, şeffaf, net olacaktır. Yerli-yabancı ayrımı değil, haklı-haksız ayrımı yapacaktır. Herkes eşit olacaktır. Bu, ticaret hukukunda da böyle olacaktır, insan haklarıyla ilgili de böyle olacaktır, başka konularda da böyle olacaktır. Bu konularda Türkiye çok önemli mesafeler almaktadır. Bunun üzerinde muhakkak ki ekonomi çok güçlü şekilde yükselir. Bugün tabii bunu da görüyoruz. Türkiye'nin, ekonomisinin güçlenmesinin ardındaki en önemli sebep demokratik reformlardır, hukuk reformlarıdır.
Şüphesiz ki her zaman gurur duyduğumuz Türk Silahlı Kuvvetleri, Türkiye'nin gücüne daima güç katmaktadır. Türkiye'nin aslında kazanılması gereken bir dost olduğunda da, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin ne kadar önemli bir rol oynadığının, güvenlik güçlerimizin ne kadar önemli rol oynadığının da burada altını çizmek isterim. Eğer Türkiye'nin demokrasisi, ekonomisi, silahlı kuvvetleri güçlü olmasa, tabii ki deminden beri söylediğim dış politika açılımlarını yapmak, dışarıda başarılı olmak da mümkün değildir. Onun için her şey önce içeriden geçmektedir. İçerisinin, kendi evimizin güçlü olması, düzgün olması; her şey buradan geçmektedir. Bunu sağlamak da başkasının değil, bizim kendi görevimiz ve sorumluluğumuzdur. İnanıyorum ki, tartışmalar Türkiye'yi daha güçlü yapma yolunda hep gelişmektedir, gelişecektir ve bunun faydalarını hem kendi halkımız hem de çevremizdeki bütün insanlar görecektir.
Tekrar başarılar diliyorum hepinize, teşekkür ediyorum.
Yazdır Paylaş Yukarı