Global İlişkiler Forumu'nda Yaptıkları Konuşma

18.11.2009
Yazdır Paylaş Yazıları Büyült Yazıları Küçült
(OKUNAN METİN GEÇERLİDİR)

Sayın Başkan,
Değerli Yönetim Kurulu Üyeleri,
Kıymetli Misafirler,

Global İlişkiler Forumu'nun ilk resmi toplantısına katılmaktan ve bugün İstanbul'da sizlerle birlikte olmaktan büyük memnuniyet duyuyorum.

Bu vesileyle, kısa bir süre önce kurulan ve üniversitelerimizin, bürokrasimizin, silahlı kuvvetlerimizin, siyaset, hukuk, basın ve iş dünyamızın saygın ve tecrübeli temsilcilerini biraraya getiren Global İlişkiler Forumu'na çalışmalarında başarılar diliyorum.

Global İlişkiler Forumu'nun, özgün çalışmalarıyla Türkiye'deki düşünce, araştırma ve tartışma hayatına mühim katkılarda bulunacağına samimiyetle inanıyorum.
Değerli Konuklar,

Dünyamız son yirmi yıllık dönemde siyasi, iktisadi, sosyal, teknolojik ve kültürel alanlarda hızlı bir dönüşüm sürecinden geçti.

Yaşanan bu değişim ve dönüşüm devam ediyor. İkinci Dünya Savaşı sonrasında ve Soğuk Savaş şartlarında oluşan dünya düzeni, yerini yenisine bırakıyor. Yakın geçmişte Balkanlarda şahit olduğumuz gibi, bu süreç zaman zaman hayli sancılı da geçebiliyor.

Açıkçası, artık daha karmaşık ve tahlili daha zor bir dünyada yaşıyoruz. Soğuk Savaş döneminin düşünce kalıpları ve paradigması geçerliliğini büyük ölçüde yitirmiş durumda.

Tabii, tüm bu gelişmeler beraberinde bir analiz ve öngörü güçlüğünü de getiriyor.

Eskiden uluslararası ilişkilere dair analizler, tahminler en azından belirli bir süre geçerliliğini muhafaza ederdi. Oysa, olayların çok daha süratli bir şekilde geliştiği günümüzde, yapılan bazı analizlerin ve tahminlerin daha mürekkebi kuramadan, yeni ve farklı gelişmeler meydana gelebiliyor.

Gürcistan-Rusya örneğinde olduğu gibi donmuş ihtilaflar aniden alevlenerek, bir anda uluslararası gündemin canalıcı meselelerine dönüşebiliyor.

Aynı şekilde, örneğin enerji, gıda, hammadde fiyatlarında ciddi belirsizlikler sözkonusu. Çok kısa dönemlerde muazzam dalgalanmalar meydana gelebiliyor.

Bugün artık, iklim değişikliği ve çevrenin korunması gibi dünyamızın karşı karşıya kaldığı en hayati toplumsal ve ekonomik meselelere tüm insanlığın ortak geleceği için çözüm bulmak zorundayız.

Tüm bunlar şüphesiz yalnızca iktisadi değil, uluslararası siyasi ve sosyal gelişmeleri de yakından etkileyen faktörler. Örneğin gıda fiyatlarındaki ani artışın, küresel düzeyde ne denli önemli politik ve toplumsal çalkantılara sebep olabileceğini yakın geçmişte hep birlikte gördük.

Yine bilhassa üzerinde durmamız gereken bir diğer husus da, uluslararası gündemin son derece hızlı bir şekilde değiştiği.

Dün enerji fiyatlarındaki artıştan endişe duyuyorduk; daha sonra gıda krizi gündemin üst sıralarına çıktı; bir anda küresel sistemi etkisi altına alan ekonomik ve mali krizle karşı karşıya kaldık; bugün salgın hastalıklar tüm ülkeleri tehdit ediyor.

Yeni meselelerin ortaya çıkması, belki eskilerini gündemin daha alt sıralarına itiyor. Ancak, bunların ortadan kalktıkları, halledildikleri anlamına gelmiyor.

Dolayısıyla, küresel sorunlara kapsayıcı bir yaklaşımla küresel çözümler bulmaya çalıştığımız çetin bir tarihi dönemeçten geçiyoruz.

İçinden geçtiğimiz bu karmaşık konjonktürde, Avrupa Birliği'nin aslında gayet ilginç ve özgün bir konuma sahip olduğunu özellikle vurgulamak gerekiyor; çünkü Avrupa Birliği neticede bir İkinci Dünya Savaşı sonrası projesidir.

Zaman zaman iniş ve çıkışlar yaşasa da, Soğuk Savaş yıllarının ve takip eden dönemin sınamalarının başarıyla üstesinden gelmiş ve hala cazibesini, çekim gücünü koruyan bir bütünleşme hareketidir.

Bu durumda, öncelikle, Avrupa Birliği'ni cazip, güçlü ve dinamik kılan ortak paydayı bulmamız gerektiği kanaatindeyim.

Değerli Konuklar,

Herhangi bir Avrupa Birliği ülkesinde "Avrupacı" olarak nitelenebilecek siyasi akımların ortak paydasına bakacak olursak, paylaşılan müşterek değer ve ilkelerin ötesinde, hepsinde aşağı yukarı aynı temel saptamanın öne çıktığını görebiliriz:

"Kötü bir yerdeydik; daha iyi bir yere varmak istiyoruz. Daha iyi bir yere de sadece ferdi gayretlerimizle değil, müşterek hedefler etrafında birleşerek, güçbirliğine giderek varabiliriz".

Esas mesele budur. "Kötü yer" herkes için farklı olmuş olabilir. Ama her üye devleti bu yola çıkaran bir itici güç mutlaka olmuştur. 27 üyenin hepsi "daha kötü" bir yeri geride bırakmak istemiştir.

"Daha iyi yere" de çağın gereklerine cevap veren müşterek kurallar ve kurumlar tesis edilerek varılmıştır. Bu da tüm Avrupa genelinde demokratik değerler etrafında bir uzlaşı, diyalog ve birlikte çalışma kültürünün temellerinin atılmasına imkan tanımıştır.

Fakat asıl mesele, işte o "daha iyi" yere varınca başlamaktadır. Çünkü iyiye ulaşmak zordur. Ancak, bundan daha da zor olan ulaşılan siyasi gücü ve refah seviyesini korumak ve ileriye taşıyarak sürdürülebilir kılmaktır.

Bugün o "daha iyi" yere varmış olan Avrupa, geçmişi kolayca ve hızla unutmaya başladığına dair işaretler vermektedir.

Halbuki, her şeyden evvel siyasi bir proje olarak Avrupa Birliği hiçbir zaman tek başına nihai bir hedef teşkil etmemiştir.

Bilakis, hedefe giden yolda bir yöntemdir ve bunu sık sık hatırlatmak günümüzde aday ülkelere, özellikle de Türkiye'ye düşmektedir.

Neticede, biz nasıl bir Avrupa'da yer almak istiyoruz?

Bu noktada kısa bir parantez açmak istiyorum: Zira, bunun için öncelikle Avrupa'ya dünün dünyası, bugünün dünyası ve geleceğin dünyasının içinden bakmamız gerektiğine inanıyorum.

Dünün dünyasından bakınca, nasıl büyük acılarla dolu bir geçmişten bugüne gelmiş olduğumuzu görüyoruz.

Şüphesiz kıtanın ekseriyetinde istikrar, demokrasi ve refah temin edilmiştir. Avrupa'da istikrar, demokrasi ve refahın güçlenmesinde elbette güvenliğin sağlanmış olması belirleyici rol oynamıştır.

Türkiye de tüm müttefikleriyle birlikte kıtamızın güvenliği bağlamında İkinci Dünya Savaşı'ndan bu yana daima üzerine düşen hayati katkıları sadakatle yapmıştır.

Şu da bir gerçektir ki, daha 20. yüzyılın son yılında Avrupa'nın ortasında, Kosova'da savaş vardı. Eğer Gürcistan'ı da kapsayan Avrupa Konseyi sınırlarını esas alırsak, 21. yüzyılın ilk on yılı içinde de Avrupa'da yeni bir savaş daha yaşandığını söyleyebiliriz.

Öte yandan, son senelerde, özellikle 11 Eylül sonrası dönemde Avrupa ülkelerinde yabancı düşmanlığı maalesef tekrar endişe verici boyutlara ulaşmıştır. Bazı popülist siyasetçiler yabancı düşmanlığını körükleyerek, fütursuzca oy avcılığı yapmaktadır.

Demek ki, o "kötü yer"den ayrılalı o kadar da çok vakit geçmemiş!

Dolayısıyla, geçmişin hatalarını tekrarlamadan, gerek Avrupa ölçeğinde, gerek uluslararası düzeyde demokrasi, insan hakları, saydamlık, kadın-erkek eşitliği gibi müşterek değerlerimizin sağlamlaştırılması istikametinde gayret göstermemiz icap etmektedir.

Aynı şekilde, insanoğlunu tarih boyunca felakete sürüklemiş olan ırkçılık, hoşgörüsüzlük, yabancı düşmanlığı ile her türlü etnik-dini ayrımcılık ve aşırılıkla mücadele edilmesi yolundaki girişim ve çabalarımızı kararlılıkla devam ettirmemiz elzemdir.

Değerli Konuklar,

Avrupa Birliği'nin yarım asırlık geçmişinde bazı realiteler bulunmaktadır. Bunların başında da Avrupa Birliği'nin dinamik ve pragmatik bir süreç olduğu gelmektedir.

Avrupa Birliği, öncelikle, coğrafi açıdan dinamik bir süreçtir. Elbette, doğal bir refleks olarak, insanoğlu güçlükle karşılaştığında geçmişi özlemle anar. Ancak, nihai tahlilde dünya milletleri geçmişe sığınarak değil, yarını nasıl daha iyi inşa edebilirim diye düşünerek, bu istikamette çalışarak ilerlemiştir.

Avrupa Birliği'nin bu coğrafi dinamizminin ifadesi "genişleme"dir. Oysa, bugün Avrupa'da bazı çevreler tarafından sıklıkla genişleme yorgunluğundan sözedildiğini görüyoruz. Bu düşüncenin altında yatan temel yaklaşım şudur: Avrupa Birliği genişledikçe siyasi ve ekonomik gücünden taviz vermektedir.

Hatta, bazı siyasi hareketler genişleme fikrinin Avrupa Birliği'ni siyaseten ve iktisaden zayıflatmak isteyen dış mihrakların komplosu olduğuna dahi inanmaktadır.

Şayet bu görüş doğru olsaydı, Avrupa Birliği'nin genişledikçe güç kaybetmesi gerekirdi. Rakamlar aksini göstermektedir. 2008 itibariyle Avrupa Birliği'nin toplam gayri safi milli hasılası 15 trilyon ABD doları düzeyindedir. ABD'nin de, Çin'in de, Japonya'nın da önünde dünyanın en büyük ekonomik gücüdür. Küresel zenginliğin beşte birini elinde bulundurmaktadır.

IMF verilerine göre, Almanya dünyanın en büyük beşinci, İngiltere yedinci, Fransa sekizinci, İtalya onuncu, İspanya onikinci ekonomik gücüdür.

Bu da şunu göstermektedir: Üye devlet sayısı arttıkça pasta büyümekte, ortak refah alanı genişlemektedir. İhtiyaç duyulan büyüklükteki ölçeği sadece Avrupa Birliği sağlamaktadır.

Ekonomik güç beraberinde siyasi ve askeri gücü de getirmektedir.

Zamanında üyeliğine bazı ülkeler tarafından şiddetle muhalefet edilen İngiltere olmadan bugün etkin bir Avrupa Birliği savunma politikasından sözedilebilir miydi?

Peki yarının Avrupası, yarım asrı aşkındır NATO üyesi, hem yumuşak gücü itibarıyla, hem de İttifakın en güçlü ordularından birine sahip Türkiye gibi bir "smart power" olmadan bölgesel ve küresel düzeyde arzu edilen siyasi, askeri, iktisadi ve kültürel nüfuza sahip olabilir mi?

Bu basit gerçeklerin dahi inkar edilmesi şüphesiz vahim ve endişe verici bir durumdur.

Burada yine kısa bir parantez açmak istiyorum. Son günlerde öğrendik ki bazı Fransız siyasetçiler şöyle bir vehme kapılmışlar. Diyorlar ki; madem Fransa olarak Türkiye'nin üyeliğine karşı çıkıyoruz, o zaman neden Fransa'nın milli gelirini katılım öncesi AB yardımları vasıtasıyla Türk halkıyla paylaşalım.

Popülizmi bir kenara bırakarak yine rakamlara bakalım. Avrupa Birliği'nin katılım öncesi Türkiye'ye 2008 yılında yapmayı öngördüğü yardım miktarı 550 milyon Avro'nun biraz altındadır.

Aynı dönemde, Fransız firmalar ülkemize yaklaşık 6 milyar Avro değerinde mal satmışlardır.

Öngörülen AB yardımları içinde Fransız vergi mükelleflerinin payı ne kadardır tam olarak bilmiyorum; ancak gayet açık olan gerçek şudur ki Türkiye ile sahip olduğu ekonomik ve ticari ilişkiler Fransızlara çok daha fazla istihdam ve kazanç olarak geri dönmektedir.

Tüm bu kafa karışıklığı, aslında ülkemize ilişkin algılama ile gerçek Türkiye arasındaki uçurumdan kaynaklanmaktadır. Eminim birçok dostumuz, Türkiye'nin satınalma gücü paritesine göre 1 trilyon ABD dolarına ulaşan gayri safi milli hasılası ile dünyanın en büyük 15., Avrupa'nın da en büyük 6. ekonomik gücü olduğunun henüz farkında değiller, ya da bu gerçeği görmek istemiyorlar.

Birçok araştırmaya göre, yaklaşık on yıl sonra AB, ABD ve Çin'in Dünya Gayrısafi Hasıla'sındaki oranları eşitlenecek. 2020 yılında her birinin payı yaklaşık yüzde 18 olacaktır.

Şu halde çok kutuplu, yahut kutupsuz, devlerin yaşadığı bir dünyaya doğru gidiyoruz.

Bu dünyada artık hiç kimse gündemi tek başına belirleyemeyecektir. ABD Başkanı Obama ile görüşmelerimizde bu evrimin farkında olduğunu memnuniyetle müşahede ettim.

Yeni ABD Başkanı, dünyadaki yeni trendlerin farkında. Avrupa Birliği'nin en büyük ülkelerinin dahi tek başlarına nispeten zayıf kaldığı küresel sistemde ya beraber hareket ederek kazanacağız, ya da hep birlikte kaybedeceğiz.

Bu yüzden, Avrupa Birliği'nin dış dünyaya yönelik olarak ortak, paylaşılabilen ve iç tutarlılığı olan menfaatlerini tespit etmesi, bunları meşru bir siyasi şablona oturtması ve kararlılıkla takip etmesi gerekiyor.

Bunun yolu da popülizmden değil, Avrupa Birliği'nin kurucu ruhuna hakim olan vizyon ve feraset sahibi politikalardan geçmektedir.

Değerli Misafirler,

Avrupa Birliği'nin ikinci realitesi de derinleşmedir. Avrupa Birliği genişledikçe derinleşme ihtiyacı hasıl olmuş, derinleştikçe de yeni genişleme dalgalarının önü açılmıştır.

Sonuçta derinleşmenin itici gücü genişleme, genişlemenin itici gücü de derinleşmedir.

Avrupa Birliği optimum ölçeğine ulaşmadan önce bu dinamiklerden biri kaybolduğu, yahut birtakım kültürel, coğrafi önyargılarla kasden engellendiği takdirde, Birlik muhtemelen bir duraklama sürecine girecektir.

Dolayısıyla, Avrupa'nın önündeki asıl büyük tehlike doğal sınırları ve menfaat alanları dahilinde büyümesi değil, genişleme ve derinleşme dinamizmini kaybederek duraklamasıdır.

Bu itibarla, Lizbon Antlaşması'nın çok yakında yürürlüğe girecek ve böylece Birliğin mevcut kurumsal sorunlarını geride bırakacak olmasından memnuniyet duyuyorum.

Yarın Brüksel'de düzenlenecek Devlet ve Hükümet Başkanları Zirvesi'nde, Avrupa Birliği'nin yeni kurumsal yapılanmasına liderlik edecek şahsiyetler belirlenecektir.

Bu çerçevede, Avrupa Birliği'nin geleceğe doğru artık daha sağlam adımlarla ilerleyeceğini ve kurumsal belirsizliğin genişlemeye engel teşkil ettiği yönündeki söylemlerin son bulacağını ümit ediyorum.

Değerli Konuklar,

Katılım müzakereleri yürüten aday ülke ve müstakbel bir Avrupa Birliği üyesi olarak gelecekte nasıl bir Avrupa görmeyi hedefliyoruz sorusuna cevap ararken şu gerçeği mutlaka gözönünde tutmamız gerekmektedir:

Türkiye, Avrupa Birliği'ni dışarıdan izleyen pasif bir aktör değildir. Avrupa Birliği'nin içindedir.


15 yıllık Gümrük Birliği ilişkilerimiz çerçevesinde Avrupa Birliği'nin içindedir. Dış politika konularındaki ortaklığımız kapsamında Avrupa Birliği'nin içindedir. Askeri-savunma alanlarındaki müşterek faaliyetler ve projeler vasıtasıyla NATO müttefiki olarak Avrupa Birliği'nin içindedir.

Bu itibarla, Türkiye'nin, artık daha az seslendirilen imtiyazlı ortaklık gibi müphem bir hedefle yetinmesi mümkün olamaz. Ülkemiz "imtiyazlı ortaklık" olarak düşünülebilecek eşiği zaten çoktan aşmış durumdadır. Bu eşiğin ötesindeki tek hedef ise tam üyeliktir.

Türkiye, Lizbon Antlaşması'nın öncülü ve büyük ölçüde ilham kaynağı Anayasal Antlaşma'nın hazırlık çalışmalarına diğer üye devletlerle birlikte aktif olarak iştirak etmiş, böylece AB'nin kurumsal olarak geleceğini şekillendiren tartışmalara esasen doğrudan katkıda bulunmuştur.

Bu katkılarımızın takip eden dönemde de sürdürülmesi önemlidir. Sözkonusu sorumluluk sadece resmi makamlarımıza ait değildir.

Aksine, sivil toplum kuruluşlarımızın da Lizbon Avrupası'nın geleceğine ilişkin stratejik bir vizyon geliştirmeleri, bu stratejik vizyonu paylaşmaları, böylece Türkiye'nin sadece siyasi ve ekonomik olarak değil, yenilikçi fikir ve dinamizm olarak da Avrupa Birliği'ne katkıda bulanabileceğini göstermeleri gerekmektedir.

Bu noktada özellikle şu unsurların vurgulanabileceği kanaatindeyim: Netice olarak, sadece gündemi takip eden değil, uluslararası siyasi, ekonomik, askeri ilişkilerin geleceğini düşünen ve küresel dinamiklere yön veren bir Avrupa'ya ihtiyaç duyuyoruz.

Ortak bir Çin politikası, ortak bir yakın ve komşu bölgeler politikası, ortak bir enerji politikası olmadan hiçbir Avrupa ülkesinin tek başına gidebileceği bir yer yoktur.

Böyle bir Avrupa'da da küçük ve orta büyüklükteki ülkelere çok önemli görevler düşmektedir.

İşte bu noktada Akdenizli ve Güneydoğu Avrupalı bir ülke olarak Türkiye Avrupa Birliği içi dengelerde önemli söz sahibi olabilecek; hem büyük hem küçük ülkeleri çok iyi anlayabilen bir üye olarak, ayrım yapmaksızın, müşterek menfaatlerin temini için "honest broker" rolünü Birlik içinde de oynayabilecektir.

Bir diğer ve herhalde en önemli kozumuz, Türkiye'nin artan "özgül ağırlığı"dır. Ülkemizin AB için stratejik değeri her an ve çok-yönlü olarak çoğalmaya devam edecektir.

Buna karşılık, bazı çevreler Türkiye'nin stratejik değerini dışbükey bir aynaya tutarak, "Avrupalıların Suriye, Irak ve İran gibi ülkelerle sınırdaş olmak istemedikleri" söylemi eşliğinde küçültücü ve yanlış bir optik içine sokmaktadırlar.

Aynı şekilde, bugünkü küresel koşullarda, Avrupalılığı dar bir coğrafyaya, belirli bir inanca veya kültüre hapsetmenin mümkün olmayacağı da açıktır.

Geçmiş ihtilaflar ve problemler üzerinde odaklanmak, Avrupa'da yeni ve yapay fay hatları oluşturmaya çalışmak yerine, ortak bir geleceği ve vizyonu hep birlikte düşünmemiz ve ileriye bakmamız gerekmektedir.

Bugün Avrupa'nın ulaştığı olgunluk düzeyinin, Avrupa Birliği'ni küresel ölçekte siyasi hedefler belirleyebilen ve uygulayabilen bir güç konumuna getirmesi gerekmektedir.

Konuya bu açıdan bakıldığında, Türkiye'nin de dahil olacağı Avrupa Birliği'nin yeni bir Avrupa vizyonu yaratılması açısından katalizör rol oynayacağı açıktır.

Türkiye, tam üye olduğunda laik, demokratik, dışa dönük ve girişimci kimliğiyle, nüfusu ve büyüklüğüyle, özel siyasi ve stratejik etkinliğiyle öncü bir rol oynayacaktır.

Dinamik ve istikrarlı ekonomisi, genç ve nitelikli insan gücüyle küresel önemde bir konumu haiz Türkiye'nin üyeliğinin Avrupa Birliği'ne "yük" getirmeyeceği, aksine benzersiz bir "katma değer" sağlayacağından ve pastayı büyüteceğinden şüphe duyulmamalıdır.

Bu vizyonu gerçeğe dönüştürmek, ortak geleceğimizi elbirliğiyle şekillendirmek amacıyla Türkiye üzerine düşen sorumlulukları yerine getirmeye hazırdır.

Avrupa Birliği'nden beklentimiz ise basit ve açıktır: Ahde vefa göstermeleri ve uzun, ince üyelik yolunda Türkiye'ye köstek değil, destek olmalarıdır.

Daha önce de çeşitli vesilelerle vurguladığım üzere, biz Avrupa'nın bir şey yapmasını istemiyoruz! Avrupa üyelik sürecinde sadece bize refakat edecektir. Reformları yapacak olan Türkiye'dir.

Neticede, Türkiye ve AB'nin güçlerini birleştirmelerinin, sadece her iki tarafın ortak çıkarlarına değil, bölgesel ve küresel barışa ve istikrara da hizmet edecek dinamik bir sinerji yaratacağına samimiyetle inanıyorum.

Bu düşüncelerle, Global İlişkiler Forumu'na çalışmalarında bir kez daha başarılar diliyor, hepinize teşekkür ediyorum.
Yazdır Paylaş Yukarı