TÜSİAD'ın Girişimiyle Haziran 2009'da Kurulan Paris Boğaziçi Enstitüsü'nün Sabancı Atlı Köşk'te Düzenlediği Yemekte Yaptıkları Konuşma

11.06.2010
Yazdır Paylaş Yazıları Büyült Yazıları Küçült

Değerli TÜSİAD Mensupları,
Boğaziçi Enstitüsü'nün Değerli Yöneticileri,
Sayın Bakan,
Değerli Milletvekilleri,
Muhterem Misafirler,

Bu güzel İstanbul akşamında “Boğaziçi Enstitüsü” tarafından düzenlenen gala yemeğine katılmaktan, bu vesileyle Fransız ve Avrupalı dostlarımızla, siyasetçilerle, basın mensuplarıyla, değerli bilim adamlarıyla, değerli iş adamlarıyla beraber olmaktan gerçekten büyük memnuniyet duyuyorum. Bu vesileyle özellikle Fransa'dan gelen dostlarımıza, arkadaşlarımıza, herkese hoş geldiniz diyorum.
Girdiğimde bütün tanıdıklarıma selam verme imkanı olmadı ama, masaya oturduktan sonra baktım şöyle, çok sayıda beraber olduğumuz ve şimdi kürsüye çıkınca farkettiğim dostlarımız, arkadaşlarımız, beraber çok oturup konuştuğumuz, çalıştığımız herkesi görüyorum ve herkese hoş geldiniz diyorum.
Bazılarınızla eskiye dayanan dostluklarımız var. Yollarımız birçok kez kesişti. Türk-Fransız ilişkilerini güçlendirmek, geliştirmek için birçok çalışmalar yaptık.
Aynı şekilde, Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne tam üyelik sürecini daha da ileriye taşımak, halklarımızın birbirlerine daha çok yakınlaşması için, yine ortak birçok çalışmalar yaptık, konuşmalar yaptık karşılıklı. Sizin hazırladığınız ortamlarda, konferanslar verdim, konuşmalar yaptım. Dolayısıyla birbirimizi gerçekten çok iyi tanıyoruz.
Kısa bir süre önce de, Fransa'da Türkiye Mevsimi düzenlendi. Dokuz ay boyunca, sadece Paris'te değil, tüm Fransa'da gerçekleştirilen çok sayıda kültür-sanat etkinliği, fikir toplantıları çerçevesinde Türkiye'yi Fransız dostlarımız çok daha fazla gördüler ve Fransa'da Türkiye'nin tanınmasına gerçekten çok büyük imkan sağlandı.
Bu Mevsimin açılışına ben de geldim. Sayın Başkan Sarkozy ile beraber açılışını da yaptık ve çok başarılı bir Mevsim geçti. Bu Mevsimin düzenlenmesinde başta bu gece aramızda bulanan Henri de Castries olmak üzere, Fransız iş dünyasının, kültür-sanat çevrelerinin, resmi makamlarının, keza yerel yöneticilerin hepsinin çok değerli katkıları olmuştur.
Böylece, bir kez daha Türk-Fransız ilişkilerinin gerçek gücünü, işbirliğine gitmemiz halinde yapabileceğimiz ve gidebileceğimiz boyutu görmüş olduk.
Değerli Konuklar,
Bugün ve yarın İstanbul'da Boğazici Enstitüsü'nin İkinci Semineri düzenleniyor. Gayet yoğun ve kapsamlı bir program çerçevesinde, çok değerli katılımcılar tarafından Türkiye-Fransa ilişkilerine dair birçok konu muhakkak ki burada ele alınıyor.
Bu vesileyle, Boğaziçi Enstitüsü'nün kurulmasında emeği geçen, başta TÜSİAD olmak üzere, herkese gerçekten çok teşekkür etmek istiyorum. Bu herhalde ihtiyacı duyulan bir platformdu. Dolayısıyla buna emeği geçen herkes, gerçekten iyi bir iş yaptılar ve inanıyorum ki, ilerideki katkıları daima varolacaktır.
Türkiye-Fransa ilişkileri ve ikili ilişkilerimizin ayrılmaz bir parçasını oluşturan AB üyelik sürecimiz hakkında müteaddit vesilelerle görüşlerimi ifade ettiğimi ve bunları sizlerle paylaştığı hep biliyorsunuz.
Bu konuşmada bilhassa iki noktaya kısaca değinmek istiyorum. Daha sonra da sizin sorularınızla aslında bu buluşmamızı değerlendirmek isterim.
--İlk önce, Türkiye-Fransa ilişkilerine ve AB üyelik sürecimize ilişkin düşüncelerimi bir kez daha sizlerle tabii ki paylaşacağım.
--Ardından da, güncel bölgesel ve uluslararası gelişmeler hakkında kısa bir ufuk turu yapacağım.
Değerli Misafirler,
Türkiye-Fransa ilişkilerinde bir sorun var. Öncelikle, gerçekçi bir bakış açısıyla bunu kabul etmemiz, sorunun var olduğu teşhisini koymamız gerektiği kanaatindeyim. Birbirimizi hep tanıdığımıza göre dürüst davranmamız gerektiğine de inanıyorum. Onun için böyle bir sorunu hepimiz görüyoruz.
Bu teşhisi koyduktan sonra da sorunun neden kaynaklandığını incelememiz icap ediyor. Sanıyorum asıl güçlük de burada başlıyor. Zira, ikili düzeyde “sebepsiz” bir sorunla karşı karşıyayız. "Bunun sebebi nedir?" diye sorduğumda, elle tutulur somut bir sebep doğrusu gerçekten görmüyorum. Ama sorun da ortada.
İlişkilerimize baktığımız zaman, iki ülke arasında gerilime, çekişmeye konu olabilecek hiçbir ciddi anlaşmazlık noktasının bulunmadığını görüyorum.
Türkiye ile Fransa arasında kayda değer bir çıkar çatışmasının da söz konusu olmadığını biliyorum. Bilakis birçok alanda, son derece geniş bir coğrafyada her iki ülkenin çıkarlarının öyle veya böyle çakıştığını ve ortak görüşlerimiz olduğunu biliyorum.
Uluslararası meselelere baktığımızda, bakış açılarımızın aynı olduğunu da görüyorum ve biliyorum doğrusu. Dışişleri Bakanlığından gelmiş bir kişi olarak, bunları herhalde söyleme hakkım var, detayları biliyorum çünkü.
İkincisi, iş dünyaları arasında her yıl daha da gelişen ve güçlenen iş birliği, artan ticaret hacmimiz, Türkiye'deki Fransız yatırımları, bu gerçeğin en somut örnekleri olarak da ortada duruyor.
Her gün milyonlarca Türk vatandaşı, Renault, Peugeout veya Citroen marka arabalarına biniyorlar. Alışverişler için Carrefour'a gidiyorlar, uçarken de Airbus'larla uçuyorlar.
Fransızlar da Türkiye'de Türk işçisinin emeğiyle, nitelikli iş gücüyle üretilmiş otomobilleri, beyaz eşyaları, onları tüketiyorlar.
Şimdi burada çok açık bir şey de söylemek istiyorum, yani kendimi tutamadığım için bunları söylüyorum. “Niye Fransız arabaları Türkiye'de üretiliyor” diye soramazsınız. Bunu sorduğunuz andan itibaren, o zaman başkası da der ki “Niye başka ülkede üretilen arabayı biz ülkemize getiriyoruz ve bunlara biniyoruz?” diye karşı soruyu sorar doğrusu. Onun için daha soğukkanlı olarak konuşmamız gerektiğine inanıyorum.
Ve tabii ki “Daha adil, daha dengeli ve tüm tarafların çıkarlarını gözeten bir küreselleşme istiyoruz” diyebiliriz. Ancak küreselleşmenin bir vakıa olduğunu da unutmadan, bunu, tabii ki bu talebimizi yerine getirebiliriz. Ve beğenmediğimiz küreselleşmenin yanlış işleyen, adaletsiz dengesiz tarafları varsa, bunları düzeltelim diye uğraşabiliriz ve uğraşmamız da gerekir.
Bilhassa dikkat çekmek, altını çizmek istediğim bir nokta daha var, burada sıradan iki ülkeden de söz etmiyorum. IMF verilerine göre, 2009 itibariyle dünyanın 8. büyük ekonomisi olan Fransa ve dünyanın 16. büyük ekonomisi olan Türkiye'den bahsediyorum ve bu iki ülkenin işbirliğinden bahsediyorum.
Türk ekonomisinin büyüklüğü, Fransa ekonomisinin neredeyse yarısına ulaşmıştır. Dolayısıyla ihmal edilecek, birbiriyle çok da beraber çalışırlarsa, fazla sinerji doğurmayacak iki ülkeden de bahsetmiyorum. Böyle büyük iki ekonomiden bahsediyorum.
Şimdi bütün bunları dikkate aldığımızda, demin başında sorduğum soru tekrar aklıma geliyor. Yani “ne var ortada?” diye, kendi kendime soruyorum. Hatta biraz daha ekonomik konuları incelediğimde herkes biliyor ki tüm ekonomik ve ticari ilişkilerimize bakınca 2008'de Fransa'nın ihracatındaki ilk 20 ülke arasında Türkiye 12. sırada. Ve 12. sırada olan Türkiye, Japonya'nın, Singapur'un, Cezayir'in, Yunanistan'ın veya Avusturya'nın çok önünde geliyor. Yani bütün bu saydığım ülkelerden daha önemli, Fransa için Türkiye; ekonomik olarak ticarete baktığımızda.
Fransız şirketler, Türkiye'de 2008 yılında, 5,7 milyar avro tutarında mal satmışlar, Türkiye'ye. Yani bu kadar, neredeyse 6 milyar avro, kaç milyar dolar ediyor bu. Şimdi gerçi artık pariteler değiştiği için, birkaç ay önce buna “10 milyar dolar derdim” ama, belki birkaç ay sonra, yine “6 milyar avro” diyeceğim veya dolar olarak söyleyeceğim. Ama büyük, büyük bir rakamdan bahsediyoruz. Bu Fransa'da ne kadar istihdam yaratıyor, Fransa'da ne kadar kâr oluşturuyor, bunları tabii ki sizler daha iyi biliyorsunuz.
Yine 2008 yılında Fransa'nın ilk 20 tedarikçisi arasında Türkiye, 16. sırada. Cezayir'in, Portekiz'in veya Çek Cumhuriyeti'nin önünde. Türkiye'nin Fransa'ya olan ihracatı içinde otomobil, elektronik, işlenmiş gıda gibi sattıklarımızın yüzde 90'ı da sanayi ürünü.
Bu rakam da Türkiye ekonomisinin niteliğini gösteriyor. Ve Türkiye sanayileşmiş, güçlü dinamik bir yaratıcı bir ekonomiye sahip olduğunu ispatlıyor; eğer Fransa'ya sattıklarının yüzde 90'ı sanayi ürünüyse.
Ancak burada özellikle vurgulamak istediğim nokta şu: Türk-Fransız dostluğu, bahsettiğim ticaret ve yatırım rakamlarından çok daha değerlidir.
Bunu özellikle söylüyorum. Her şeyi ekonomiyle, her şeyi ticaretle, ticaret hacmiyle ölçmemiz gerektiğini söylemek istiyorum. Türk-Fransız dostluğunun ölçülebilir bir maddi değeri de yoktur.
Avrupa'nın doğu ve batısında laikliği siyasi sistemlerinin temel taşı olarak benimsemiş, demokrasi, insan hakları, kadın-erkek eşitliği, hukukun üstünlüğü gibi ortak değer ve ilkeler etrafında birleşen ve dünya olaylarına bu değerler üzerinden baktığımızda, ortak görüşler ortaya çıkmasının, bütün bunların; ticaretin ve ekonominin ötesinde stratejik önem ihtiva ettiğine samimi olarak inanıyorum.
Dolayısıyla biz devlet adamlarına düşen en büyük sorumluluk, var olmayan sorunlar icat etmek değil, yapay sınırlar ortaya çıkartmak, yapay problemler ortaya çıkartmak değil, dostlukları düşmanlığa çevirmek değil, tam tersine dostlukları pekiştirmek, ilişkileri daha geliştirmek, ticareti daha çok geliştirmek, dayanışmayı daha çoğaltmak ve dünya olaylarında daha ortak hareket edebilir hale gelmek olmalıdır. Ve devlet adamının da görevi budur. Onun için sizlerle bu kadar açık konuşuyorum, bunlara inandığım için.
Değerli Konuklar,
Değerli Misafirler,
Hepiniz Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne üye olmak için harcadığı samimi çalışma ve gayretleri eminim biliyorsunuz. Bunların birçoğunu çünkü sizinle beraber yaptık. Siz bu fırsatları verdiniz bize. Biz Fransa'da, Belçika'da başka ülkelerde kendimizi sizin kamuoylarınıza, yani sizin derken Fransız, İngiliz, Alman, onlara hep anlattık. Dolayısıyla bunu çok iyi biliyorsunuz.
Türkiye'de gerçekten sessiz bir devrim gerçekleştirdik. Sadece son zamanlarda değil, daha önceki hükümetlerin de, tabii ki herkesin çok büyük katkısı oldu bütün buna. Ama bugün geldiğimiz noktaya baktığımızda Türkiye'deki değişim, gerçekten çok hızlı ve süratli. Bu değişimi, Avrupa'da birçok dostlarımızın tam takip edemediği kanaatindeyim hatta. Her sene bir kez geliyorsanız, arada biriken ve yapılan çok şey var.
Türkiye'de tabular yıkılıyor. Türkiye'de birçok kişinin “bunlar olmaz” dediği, hatta bizim bile çok çekindiğimiz konular, hayatımızın günlük parçası haline geliyor. Türkiye'de müthiş bir transformasyon var. Ekonomik, demokratik hayatta, hukuk standartlarında, diğer ilişkilerde, inanılmaz serbest tartışmalar var televizyonlarda. Ama bazı dostlarımız hâlâ zannediyor ki; “Türkiye'de şunu ifade edersen hapse atılırsınız, şunu söylerseniz yasak gelir. Bunu söylerseniz gazeteniz kapanır. Bunu söylerseniz elinize kelepçe vurulur.” Bu dönemler geçti Türkiye'de. En aykırı düşünceleri, en aykırı konferansları, yeter ki şiddet olmasın arkasında, bu ülkede konuşursunuz, söylersiniz.
Ekonomik olarak Türkiye'nin geldiği standartları, buradaki ekonomide çok uzman olan dostlarımız çok iyi biliyorlar. Özellikle, büyük dünya finans krizinin yaşandığı ortamda Türkiye'nin ayakta durabilmesi ve en süratli bir şekilde bundan çıkmayı başarması ve bunun bütün Avrupalı dostlarımız tarafından artık gayet açık bir şekilde takdir edilmesi, Türkiye'de yapılanların ayrı bir göstergesi.
Dolayısıyla, sadece demokrasi, siyaset, hukuk alanlarında değil, ekonomi alanında yapılanlar da çok önemli ve bütün bunlar el ele tabii ki oldu.
Tüm bunları, Avrupa Birliği Devlet ve Hükümet Başkanları Kopenhag Zirvesi'nde bazı kriterler belirledikleri için yapmadık açıkçası. Yani, “Avrupa Birliği'ne hoş görünelim” diye değil; bunları sahiplendiğimiz için, bu zor şeyleri becerebildik. Siyasetçiler, devlet adamları, halk, aydınlar; herkes sahiplendi bunları. Onun için bu köklü reformlar Türkiye'de yapılabildi ve hiç korkmadan da “hâlâ eksiklerimiz var, bunları da yapacağız” diyebilme cesaretini gösteriyoruz. Ama bütün bunları gerçekten kendi halkımız için yapıyoruz. Çünkü görüyoruz ki, bu reformları yaptığımızda, Türkiye her bakımdan daha güçleniyor. Türkiye her bakımdan daha güçlendikçe, Türkiye'nin cazibesi de artıyor. Bundan da gurur duyuyoruz.
Dolayısıyla, şöyle bir kanı da olmasın: Yani, Türkiye'deki bu değişim, suni, yapay; sadece işte “Avrupa Birliği'ne biz şunları yaptık” demek için değil. Aslında bunun çok açık başka bir örneği var. Biz, 1934 yılında Türkiye'de kadınlara her türlü hakkı, seçme, seçilme hakkını, Avrupa kriterlerini yerine getirmek için vermedik. Fransa'da 11 sene sonra verildi bu hak. O zaman Kopenhag Kriterleri yoktu ortada. 1934 yılında Türk kadınına seçme ve seçilme hakkı verildiğinde, Fransa'da ve daha birçok Avrupa ülkesinde yoktu.
Dolayısıyla, şunu söylemek istiyorum: Biz bu değerleri paylaşıyoruz, görüyoruz ve bunlar zaten dünyanın ortak değerleridir. Zaman zaman bunların bir kısmını biz farklı terminolojilerle ifade etmişiz. Şimdi farklı terminolojilerle daha düzenli hale geliyor. O şekilde ortak terminolojilerle ifade ediyoruz. Ama bütün bunları yaparken de çok mutluyuz gerçekten.
Şimdi Türkiye'nin neden Avrupa Birliği'ne üye olması gerektiğini, ilişkilerimizin tarihi boyutunu, verilen taahhütleri, imzalanan belgeleri burada, sizler gibi bu işlerin uzmanı olan şahsiyetlere anlatacak değilim tabii.
Ancak her zaman ifade ettiğim bir noktayı kısaca hatırlatmak istiyorum burada. Neticede, karar alınmadan önce sorulması gereken asıl soru da bu. Şimdi bunu belki bazılarınıza baş başa olduğumuz toplantılarda da söylemiş olabilirim. “Daha demokratik, daha müreffeh, her alanda Avrupa'daki en yüksek standartlara ulaşmış bir Türkiye, Fransa'nın ve Avrupa'nın çıkarına mı, değil mi?” Şimdi bunu herkesin kendisine sorması gerekir. Bugüne kadar bu süreçten geçen Türkiye, gerek Avrupa Birliği, gerekse Fransa için kazançlı mı, yoksa zararlı mı olmuştur, bütün bu AB süreci; şimdiye kadar geldiğimiz süreç?
Türkiye'nin Avrupa Birliği standartlarını benimsemesinin, katılım yolunda ilerlemesinin, Fransa'nın ve Fransız halkının çıkarlarına zarar vermesi, halel getirmesi gerçekten mümkün müdür?
Eğer mümkünse tabii ki o zaman herkesin bazı tedbirleri, görünen veya görünmeyen engelleri alma hakkı vardır açıkçası. Eğer ideolojik bir güdüyle hareket etmiyorsak, Türkiye'de demokrasinin, insan haklarının, hukukun standartlarının yükseltilmesi, serbest piyasa ekonomisinin güçlü hale gelmesi, her alanda standartların, Avrupa Birliği müktesebatının Türkiye'de uygulanır hale gelmesi; gıda güvenliğinden tutun da ulaşıma kadar; bütün bunlar, Fransa'yı, Avrupalı dostlarımızı rahatsız mı eder, yoksa mutlu mu eder? Bu soruları sormamız gerektiği kanaatindeyim. Eğer bu soruların neticesinde, dolaylı da olsa, bunlar Avrupa Birliği için veya Avrupa'daki, Birlik içindeki herhangi bir ülkenin aleyhine neticeler verecekse, o ülkenin tabii ki, görünür veya görünmez şekilde engel çıkartmasını biz makul de görürüz doğrusu.
Ama bu kadar Avrupa Birliği'yle iç içe geçmiş bir ülke olarak, bütün bunların, bütün Avrupa halklarına da çok büyük memnuniyet kaynağı olacağına da inandığım için, açık veya gizli engelleri anlamakta gerçekten çok zorlanıyorum.
Ayrıca şu da tabii bir gerçek ki: Tam üyelik için neticede Komisyonun “Evet, Türkiye gereken her şeyi yapmıştır.” demesini bekleyeceğiz. Onu demeden, o müktesebat tam üstlenilmeden, Türkiye istediği kadar “ben yaptım” desin, bu bir şey ifade etmez; bunu Komisyon deklare edecek herkese. Ondan sonra da bazı ülkeler, halklarına yine soracaklar; “ne diyorsunuz” diyecekler. O günkü Türkiye eğer Fransız halkı için, Avusturya halkı için yük teşkil edecekse, tabii ki halk “hayır” diyecek buna. Bunu da biz makul bir şekilde karşılayacağız. Ama benim bütün tekrarladığım şey, bizim yolumuzun tıkanmaması lâzım. Açıkçası Türkiye herhangi bir Avrupa Birliği ülkesi seviyesine her bakımdan geldikten sonra, siz ne derseniz deyin, “evet veya hayır”, ona gerçekten çok gücenmem. Ama o noktaya gelmemizi engellemek için uğraşılırsa, bunu anlamam ve buna tabii ki gücenme hakkım da var. Çünkü bu kadar geçmişi olan bir sürecin, bugün anlamsız bir şekilde engellenmesini haklı görmek, tabii ki mümkün değildir.
Sonuç olarak, Türkiye'nin Avrupa Birliği hedefi uzun soluklu, stratejik bir hedeftir ve bu uzun soluklu stratejik hedefin birtakım kısa vadeli ve popülist hesaplara feda edilmemesi gerekir. Bizim açımızdan da ne olursa olsun, bu çok bilinçli olarak seçilmiş bir stratejik hedeftir, tekrar söylüyorum. Bütün partiler, Türkiye'nin hemen hemen bütün partileri bunda ittifak halindedir; iktidarı, muhalefeti ve bu bir devlet stratejisi olarak, herkesin sahiplendiği bir konudur.
Değerli Konuklar,
Dünyamız uluslararası ilişkilerin yeniden şekillendiği, küresel düzenin yapısının değiştiği, yeni, bazen ümit ve heyecan verici, ancak bir o kadar da riskli ve karmaşık bir dönemden geçiyor.
Soğuk Savaşın sona ermesinden bu yana, neredeyse 20 yıl geçti. Bazı genel tespitler yapmamız gerekirse, şu unsurların öne çıkabileceğini düşünüyorum:
Dünyamız hâlâ arzu edilen sükûnet ve barış iklimine kavuşamamıştır. Sıcak çatışmalar, savaşlar, kronik sorunlar devam etmektedir. Bu çatışmaların ve kronik sorunların bir bölümü, maalesef Türkiye'nin çevresinde ve yanı başındadır. Ve maalesef hâlâ Avrupa'nın yanı başında çok ciddi ıstıraplar da yaşanmaktadır.
Küresel düzeyde bir adaletsizlik söz konusudur. Afrika ülkelerinde açlık, yoksulluk, eğitimsizlik, ciddi sorunlar olarak karşımıza çıkmaktadır. Uluslararası camianın sahip olduğu tüm imkânlara, teknolojideki ve tıptaki muazzam ilerlemelere rağmen, hâlâ her yıl Afrika kıtasında milyonlarca çocuk çok ufak müdahalelerle kurtarılabilecekken, yine ölmektedir. Ve buna maalesef hepimiz göz yummaktayız dünyada.
Uluslararası ilişkilerde adaletin ve hakkaniyetin hâkim kılınması için daha hâlâ kat etmemiz gereken önemli mesafeler var. Dost gördüklerimize farklı, dost görmediklerimize farklı davranmaya devam etmekteyiz.
Kurallar ve yükümlülükler ne ise, tüm ülkelare istisnasız ve adil şekilde uygulanmamaktadır.
Değerli Konuklar,
Türk dış politikası “Yurtta sulh, cihanda sulh!” şiarı üzerine inşa edilmiştir. Türkiye yeni kurulmuş bir devlet de değildir. Köklü politikaları, stratejik yönelimleri olan Avrupa'nın ve bölgesinin söz sahibi bir ülkesidir.
Son dönemlerde Türk dış politikasında bir eksen kayması yaşanıp yaşanmadığı tartışmalarına şahit oluyoruz. Ve belki bazılarınızın zihninde de bu vardır. Türk dış politikasının ana yönelimi, temel stratejisi her şeyden evvel, az önce izah ettiğim üzere; bir devlet politikası, bir stratejik bir yönelim olarak AB ile ve Avrupa ile bütünleşmektir.
Yarım asrı aşkın süredir, bu hedefimizden en ufak bir sapma da söz konusu değildir. Son dönemde Avrupa Birliği'ne tam üyelik istikametinde çok daha süratli bir şekilde yol aldığımız da bir gerçektir. Nasıl ki örneğin İspanya, Latin Amerika ile çok ilgileniyorsa, Fransa Afrika ile çok ilgileniyorsa, Polonya nasıl ki doğu Avrupa ile çok ilgileniyorsa, Türkiye de tarihinden gelen avantajlarını kullanarak bazı ülkelerle, çevresiyle, bazı bağları olan ülkelerle, tabii ki çok ilgileniyor. Birleşik Krallığın Commonwealth Topluluğunu kim garipseyebilir ki? Avustralya'dan Kanada'ya kadar, buralarla tarihten gelen bir beraberliği, ilgisi varsa; onlara ilgi göstermesi, herhalde kınanacak bir şey değildir.
Dolayısıyla yarın Türkiye de Avrupa Birliği'ne tam üye olursa, Türkiye'nin bu tarihten gelen avantajları ve ilişki içinde olduğu ülkeler, aslında Avrupa Birliği'nin ilgilendiği ülkeler ve Avrupa Birliği'nin zenginliği gibi olacaktır.
Onun için bundan hiç kimsenin, eksen sapması veya “Türkiye farklı dünyaya gidiyor” gibi değerlendirme yapmaması gerektiği kanaatindeyim.
Tabii ki hiç birimiz tecrit edilmiş bir dünyada yaşayamayız. Önemli olan şey değerlerdir. Bunun altını tekrar çiziyorum. Türkiye hangi değerler doğrultusunda gelişiyor, buna bakmak lazım. “Serbest piyasa ekonomisinde Avrupa Birliği'nin söylediği, bir “function” çalışan bir serbest piyasa ekonomisi mi veyahut da insan hakları standartları, hangi seviyede, nerede gelişiyor, Türkiye'de demokrasi ve hukuk standartları hangi seviyede gelişiyor, Kadın-erkek ilişkileri hangi seviyede gelişiyor” buna bakarak Türkiye'nin eksenini eğer tayin ederseniz, o zaman “sizinle doğrusu, doğru bir zeminde tartışıyoruz” derim. Ama yok öyle değil, Türkiye hangi ülkeyle daha çok ilişki içerisinde gibi yapılırsa, o zaman doğrusu çok aldatıcı bir noktaya varırız diye düşünüyorum. Aslında bunların çoğu belki bazılarınız için tekrar olmuş olabilir. Onun için daha fazla uzatmak da istemiyorum, bu güzel İstanbul akşamında. Burada sözü hemen kesmek istiyorum. Tekrar hepinize hoş geldiniz diyorum. Ama sorularınız varsa veyahut da oturumu nasıl düzenlediniz bilmiyorum, her türlü sorunuza cevap vermekten de, aklınızdan ne geçerse, onlara cevap vermekten de daima mutlu olurum. Tekrar hepinize sevgi ve saygılar sunuyorum.

Yazdır Paylaş Yukarı