KİTAPLAR

Fotoğraf Galerisi

Video Galeri

Günün Fotoğrafı

 

11. Cumhurbaşkanı Gül, Bahçeşehir Üniversitesi 9. Diplomat Okulu Açılışında Konuştu

03.11.2017
Yazdır Paylaş Yazıları Büyült Yazıları Küçült
11. Cumhurbaşkanı Gül, Bahçeşehir Üniversitesi 9. Diplomat Okulu Açılışında Konuştu

11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Bahçeşehir Üniversitesi Hükümet ve Liderlik Okulu'nun davetlisi olarak bu yıl 9uncusu düzenlenen Diplomat Okulu programının açılış töreninde yer aldı.

BAU Rektörü Prof. Dr. Şenay Yalçın’ın ve emekli Büyükelçi Namık Tan’ın da aralarında bulunduğu programın açılış konuşmasını gerçekleştiren Gül, konuşmasının ardından Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürü Burak Küntay’ın moderatörlüğünde öğrencilerin sorularını cevapladı.

Konuşmasına eğitime verdiği önemi vurgulayarak başlayan 11. Cumhurbaşkanı Gül, devamında yakın dünya tarihi, diplomasi ve Türkiye'nin güncel dış politikası konuları hakkında bilgiler aktardı.

 

 

İzlemek için tıklayınız

 

*11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün konuşmasını aşağıda yer alan metinden okuyabilirsiniz.

 

 

11. Cumhurbaşkanı Sayın Abdullah Gül’ün Bahçeşehir Üniversitesi

“9. Diplomat Okulu” Açılış Konuşması

Bütün siyaset hayatım ve devlet hayatım boyunca eğitime her zaman önem verdim. Şuna kesinlikle inanırım ki bir ülkenin geleceği tamamen eğitimle ilgilidir. Beşeri sermaye diye tarif ettiğimiz, insanlarının vasıflı olmasıyla ilgilidir. İnsanların vasıflı olması yeni nesillerin yetenekli, bilgili, görgülü, vizyonlu olması da tabi ki her kademedeki eğitimin güçlü olmasıyla alakalıdır. Bu bakımdan ta ilkokul öncesinden üniversite sonrasına kadar her aşamasına çok önem veririm. Özellikle Türkiye’de sadece üniversitelerin sayısının çoğalması değil iyi üniversitelerin sayısının çoğalmasını da her zaman takip ve teşvik etmişimdir. Bugün bunlardan biri olan Bahçeşehir Üniversitesi’nde bulunmaktan da gerçekten çok büyük bir memnuniyet duyuyorum. Sadece Türkiye’de değil Amerika’da, Kanada’da, Avrupa’da kampüslerinin olmasını, buralarda Türk gençliğiyle Dünya gençliğini buluşturmasını, dünyaya açılım sağlayıp dünyada olup bitenleri, demokrasileri ve ekonomileri en gelişmiş ülkelerde neler yapıldığını görme ve onların tecrübelerinden faydalanma açısından da Türkiye’ye çok büyük bir katkı olarak görüyorum. Bu bakımdan hepinizi gerçekten tebrik ederim.

Türkiye’de tabi eğitim kurumları ve üniversite sayıları artıyor ama bildiğiniz gibi nitelikli üniversitelerin sayısının artmasına çok önem veriyoruz. Hatırlıyorum 2003 yılı bütçesini o zamanki hükümetin başbakanı olarak yaparken ilk defa eğitim Türkiye Cumhuriyeti bütçesinin en büyük payını almıştı. Ondan sonra aynı şekilde hep devam ediyordu. O zamana kadar Savunma Bakanlığı hep en büyük payı alırdı, o günden bu yana hep eğitim almaya başlamıştır.

Değerli arkadaşlarım diplomasi okulunun böyle bir üniversitede açılmış olması anlamlı. Diplomasi sadece diplomatlar için değil herkes için hepimiz için önemli, geçerli olan bir şey. Özel hayatınızda da, iş hayatınızda da. İşiniz biraz daha geniş ve uluslararası bağlantılarınız varsa bütün oralarda sizlere her bakımdan fayda sağlayacağı gibi siyasetle ve kamu yönetimiyle ilgilenenler, toplumun geleceğiyle ilgilenenler ve nihayet dünyada ne oluyor ne bitiyor diyenler için diplomasi ve bunun alt başlığı altında bütün okuyacaklarınız her zaman çok önemli. Bu bakımdan da bu okulu tebrik ediyorum.

Sizlere güçlü bir formasyon verilecektir. Nasıl kamu yönetimi bilimlerinde okutulanlar iyi yönetişimle ilgili bilgi veriyorlarsa, diplomasi okulunda uluslararası ilişkiler de size geniş ayrı bir vizyon kazandıracaktır.

Hepimiz biliyoruz ki devletlerin birçok sorumlulukları var ama bunların içerisinde çok önemli sorumluluk alanlarından birisi de dış politikalarını yürütmeleri, milli menfaatlerini, çıkarlarını en iyi şekilde korumalarıdır. Bunlar tabi ki hep diplomasiyle olacak şeylerdir. Bugün açılış konuşmasında ben genel olarak sizlere hitap edeceğim ancak burada değerli hocalarınız, değerli büyükelçilerimiz sizlere çok daha geniş şekilde diplomasinin uygulamasını anlatacaklar.

Tabi bugünlerden bahsederken gerek bugünkü Türkiye, gerek bugünkü dünyaya şöyle bakmadan önce aslında şöyle bir geçmişi hatırlamakta fayda olduğu kanaatindeyim. Onun için bugün sizle geçmişe doğru yüz yıl önceden başlayıp bir tur yapmak istiyorum. Niçin yüz yıl önceden derseniz, içinde yaşadığımız yıllar aslında birçok önemli olayın yüzüncü yıl dönümünü yaşatıyor bize. Bugün dünyaya damgasını vuran birçok olaylar, birçok problemin kaynağı, birçok mesele hep yüzyıl önceye gidiyor. Yüzyıl önce dediğimiz de biliyorsunuz Birinci Dünya Savaşı. 1914’te başlayıp 1918’de biten ve bütün dünyayı alt üst eden o zamanki bütün dünyanın yapılarını tamamen darmadağın eden çok büyük bir savaş.

Birinci Dünya Harbi’ne gelirken aslında her şey göz göre göre geldi. Halbuki 19. Yüzyıl Avrupa için çok istikrarlı bir yüzyıl olmuştu. Büyük sanayi devrimleri yapılmış, Avrupa’nın şimdi gidip gördüğünüzde hayran kaldığımız şehirlerin bütün imarları hep o dönemde yapılmıştı ve o dönemin devlet adamları, siyasetçileri daha önce Avrupa’yı çok yormuş 1800’lü yılların başlarındaki Napolyon Savaşlarından ders alıp kısmi bir istikrar sağlamışlardı. Ama nihayet Birinci Dünya Savaşı oldu ve biliyorsunuz Almanya, Avusturya-Macaristan ve bizim o dönemki imparatorluğumuz Osmanlı İmparatorluğu kaybedenler tarafında oldu. İngiltere, Fransa, Rusya kazananlar tarafında oldu. İşte bu savaştan sonra ortaya o kadar önemli olaylar ortaya çıktı ki bunların acılarını hala yaşıyoruz. Ben 2010 yılında Cumhurbaşkanı olduğum dönemde üniversitelere bir yazı göndererek dedim ki: “Birinci Dünya Harbi’nin 100. Yıl dönümü geliyor.” Dolayısıyla şimdiden ciddi projeler yapın, hazırlıklar yapın, konferanslar düzenleyin. Bu savaşın en önemli tarafı ve kaybedenlerden birisi bizdik. Maalesef 2014-2017 yılları arasında çok az sayıda yayın gördüm, ama yurt dışına gittiğimde kitapçılara girdiğimde özellikle son bir iki sene içinde bütün raflar Birinci Dünya Harbi ile ilgili kitaplarla dolu. Tabi ki hiçbir şey için geç değil. Eminim ki Türkiye’de de birçok çalışma yapılıyor.

Peki o zaman ne oldu derseniz tabi ki bugünkü Orta Doğu dediğimiz Orta Doğu o zaman şekillendi. Büyük mücadeleler verdik. Orta Doğu’nun her şehrinde her köşesinde büyük mücadeleler vere vere çekilerek bugünkü Anadolu’ya gelindi ve yeni devletler ortaya çıktı. Biliyorsunuz ki Orta Doğu’nun paylaşımı o zaman Rusya, Fransa ve İngiltere arasında yapıldı ve Rusya’da 1917 yılında Bolşevik İhtilali olunca kalan iki ülke o bölgeye nizam verdiler. Sykes-Picot Antlaşması olarak da bugün sık sık duyduğumuz iki isme atfedilen haritalar çizilmiş oldu. Bu haritaların kavgaları halen daha devam ediyor.

Yine çok önemli bir olay, bugün dünyanın en büyük sorunu, en önemli meselelerinden biri olan Filistin meselesinin başlayışı da o zaman İngiliz hükümetinin 1917 yılında yayınladığı Balfour diye bilinen o deklarasyonla oldu. O zamanki Avrupa’daki Siyonistlere onlara Filistin’de bir devletin vaat edilmesiyle başladı. Şüphesiz ki bütün bunlardan çok çok daha önemlisi Türkiye Cumhuriyeti Devleti de 100 yıl önce kurulmuş oldu. Bütün bu savaşların neticesinde büyük bir Kurtuluş Savaşı verdik. Bu Kurtuluş Savaşı adım adım metre metre bütün Anadolu’yu kurtardı ve neticede 1920'de bugünkü Türkiye Büyük Millet Meclisi Ankara'da toplandı. İlk devletimiz 23 Nisan'da böylelikle kuruldu. 1923’te Cumhuriyet’e geçerek yeni bir nizamı bu topraklarda gerçekleştirmiş olduk. Geçtiğimiz günlerde Cumhuriyet’in 94. yıl dönümünü hep beraber kutladık. Bu vesileyle başta Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere o zamanki bütün Türk komutanlarını, devlet adamlarını rahmetle anıyorum.

1917 yılı Dünya’da Bolşevik ihtilaliyle de çok önemli sayfa açmış oldu. Yine bugünlerde özellikle yabancı basında çok ciddi makaleler görüyoruz. Özellikle Rusya’nın komünizme geçmesi çok kanlı iç savaşlar sonunda SSCB’nin kurulup diktatör bir komünizmin olması hep bu dönemde oldu. Türkiye açısından baktığımızda ise, ihtilal çıkınca Rusya kendi kararıyla savaştan çekildi. Ve hatta gizli Sykes-Picot anlaşmasını, Osmanlı topraklarının nasıl paylaşıldığını deşifre etti. Rusya, Kafkas cephesinden, Kuzey Doğu Anadolu’dan kendi çekilerek yeni Türkiye devletinin bağımsızlığını kazanmasında dolaylı yoldan en büyük katkıyı vermiş oldu.

Türkiye Cumhuriyeti kuruldu ama demokrasiye geçişi maalesef 1950’lerden sonra oldu. O zamana kadar birkaç teşebbüs olmuştu, bunları siyaset okulunda göreceksiniz. Hep doğru zamanı kolladılar. Tek parti dönemleriyle birçok sıkıntılar yaşandı ama daima demokrasiye geçmek Türkiye Cumhuriyeti’nin hedefi olmuştu. Bugün de aslında hepimizin amacı demokrasiyi en iyi şekilde gerçekleştirmek. Cumhuriyeti demokrasiyle taçlandırmadıktan sonra mutluluk, huzur, barış, refah doğrusu çok zor. Biraz sonra bunlara değineceğim.

1. Dünya Savaşı üzerinden çok vakit geçmeden 2. Dünya Harbi yaşandı. Çünkü Avrupa’da o zaman Hitler, Franco, Mussolini gibi nasyonal sosyalist diktatörler ortaya çıktı, tek parti hükümetleri kuruldu. Diğer tarafta da Rusya’da Stalin başkanlığında ayrı bir diktatörlük vardı. Nihayet 2. Dünya Harbi patlak verdi. 2. Dünya harbi çok eski değil. Avrupa’ya Almanya’ya Fransa’ya giderseniz 2. Dünya Harbi’ni yaşamış insanları görürsünüz. Avrupa’da 50 milyonun üstünde insan öldü. Bunlar şaka değil. 50 milyonun üzerinde insan Avrupa’da öldü. Avrupa’nın o en güzel şehirleri bombalandı. Paris işgal edildi, bütün yıkımlar ve neticede kazananlar kaybedenler yine ortaya çıktı. İlk defa dünyada kitle imha silahları, atom bombaları kullanıldı. Ve neticede savaşın mağlupları ve galipleri ortaya çıktı. Avrupa ikiye bölündü.

Şimdi bütün bu acı gerçeklerden bu faturayı ödeyenler ders çıkardılar ve demokrasi, hukukun üstünlüğü, temel insan hakları, çoğulculuk ilkelerinin birlikte yaşamanın tek formülü olduğu ortaya çıktı. Yoksa bir teorisyen, bir profesör oturup memleketler bu şekilde idare edilirse barış, huzur olur diye bir proje yapmadı. Bu acı faturalar ödendi. Şaka değil bakın 50 milyon insan öldü. Bütün Avrupa başkentleri bombalandı, yakıldı, yıkıldı. Hepsi bu günlerde yaşandı. Büyük katliamlar neticesinde insanlık anladı ki yeni bir dünya kurulursa ancak huzurlu olunabilir. Ve Avrupa’da demokrasi bu şekilde kurulmuş oldu. Hür Dünya dediğimiz Dünya bu şekilde başladı ve sonra serbest piyasa ekonomisi zenginleşmenin yolunu açmış oldu.

Değerli arkadaşlar bizim ülkemiz bu Dünya’nın bir parçası, Avrupa’nın bir parçası olarak kendi gelişimini gösterdi. 1950’lerde çok partili sisteme geçti Türkiye. Türkiye’de tekrar büyük bir hürriyet havası esti. Büyük kalkınma hamleleri oldu. 1960’da maalesef bir askeri darbe oldu. Başbakan, dışişleri bakanı, maliye bakanı bugün hep büyük bir hüzün ve utançla tarihe baktığımızda görüyoruz, maalesef hayatlarını çok acı bir şekilde kaybettiler. 1980’de başka bir müdahale oldu, yine yüzbinlerce insan büyük acılar çekti. 1997 yılında o zaman post- modern darbe olarak adlandırılan başka bir müdahale oldu. Maalesef yine çok sayıda insan büyük acılar çekti. 2016 yılında 15 Temmuz’da çok hain bir darbe teşebbüsüyle Türkiye karşı karşıya kaldı. Ne acı ki bugünkü dünyada, böyle şeffaf bir dünyada olağan üstü hal ile yönetilen bir ülke haline dönüştük. 2003 yılında iktidara geldiğimizde Güneydoğuda uygulanmakta olan olağanüstü hali Başbakan olduğumda kaldırmıştım. Şimdi bütün bu acı gerçekleri bilmemiz gerekir.

Maksat nedir? Maksat halkı mutlu, refah içerisinde olan, ülkesi güçlü güven içerisinde olan, geleceği gayet belirli öngörülebilir bir ülke oluşturmak. Bir ülkenin mutlu ve güçlü olabilmesi için şüphesiz ki güçlü bir demokrasisinin, güçlü bir ekonomisinin olması ve çok sağlam doğru bir dış politikanın muhakkak ki yürütülmesi gerekir. Eğer bir ülkede bunlar söz konusu değilse o ülkede karışıklıklar olur, bir ileri gidersiniz bir geri gelirsiniz, zaman büyük mücadelelerle geçer ve gider. Onun için demokrasi dediğimde, hukukun üstünlüğü dediğimde evrensel standartlarda almamız lazım. Temel insan hakları, bütün bunların garanti altına alınması bir ülkedeki huzurun birinci şartıdır. Dış politikada da bu böyledir. Dış politikasının güçlü olabilmesi için bir ülkenin önce evinin içinin düzenli olması lazım. Evinin içi düzenli olmayan bir ülkenin çok güçlü bir dış politika güdebilmesi mümkün değildir. Onun için hep derler “Foreign Policy starts at home”, yani dış politika önce evinde başlar. Evin içi dediğimde sağlam bir siyasi yapı, kuvvetler ayrılığına bağlı demokratik bir sistem, hukukun evrensel şekilde eşit uygulandığı bir hukuk düzeni, güven veren, ayrım yapmadan sadece haklı ve haksız ayrımı yapan temel hak ve özgürlüklerin evrensel anlamda garanti altına alındığı bir ülke kastediyorum. Şeffaflık, hesap verebilirlik, iyi yönetişim (“Good Governance”) dediğimiz ilkelerin geçerli olduğu bir ülkenin dış politikası da muhakkak ki güçlü olur. Böyle bir ülkenin çizdiği porte bütün dünyada güçlü olur. Böyle bir ülkenin bu dediğimiz unsurları o ülkenin “Soft Power” dediğimiz “yumuşak güç” kısmını çok güçlü yapar. O ülke önce çevresine sonra da Dünya’ya karşı hem model olur, hem vaktiyle Dışişleri Bakanı ve Cumhurbaşkanı olarak sıkça kullandığım tabirle “Source of inspiration” dediğimiz ilham kaynağı olur. Ve nitekim uzun bir süredir Türkiye bu açıdan baktığımızda bütün çevremize gerçekten ilham kaynağı olmuştur.

Etki alanınızı “Hard Power” dediğimiz sert güçle, askerle mi oluşturmak daha sürdürülebilir yoksa daha yumuşak güçle mi oluşturmak daha sürdürülebilir? Türkiye uzun süre çevresini bütün komşu ülkelerini kendisine hayran yapmıştı. Bunu yaparken de Türkiye’nin başarıları, siyasi başarıları, demokratik başarıları, hukuk reformları, ekonomik büyümesi çevresine ilham vermesiyle neticeleniyordu. Ben daima şuna inandım. Türkiye’nin özellikle Osmanlı İmparatorluğu döneminde hep beraber olduğu ülkeler bugün ayrı bağımsız birer ülke. Her ülke birbirine eşit ve her ülkenin kendi onuru ve kendi çıkarları var. Önemli olan tarihten gelen bu beraberliği ortak değerlerimizle pozitif bir gündem içerisinde tutup bunlardan faydalanabilmek ve bunlardan güçlü bir işbirliği ortaya çıkarabilmek. İşte “Soft Power”ınız olduğunda tarihte beraber olduğunuz bütün ülkelerde hep iyi anılarınız öne çıkar ve herkes size hayran olmaya başlar. Ama siz başka güçleri kullanma mecburiyetine girdiğinizde o zaman tarihte kötü anılar ortaya çıkar. Onun için bir ülkede refahın olması bir bölgede refahın gerçekleşmesiyle de ilgilidir. Çevrenizde ticaret yapacaksınız bir işbirliği yapacaksınız. Bütün bunlar için de istikrar gerekir, bölgede izlediğiniz doğru bir dış politika gerekir. Şimdi diplomasi bunun için var. Diplomasi mecbur kalıp da güç kullanmamak için var, tatlı dille meseleleri çözmek için var. Acı dille zorla meseleleri çözersin ama onlar çok kalıcı olmaz. Önemli olan kazanım zaten. Siz ilerlerken anti-tezinizi oluşturmadan, düşman oluşturmadan ilerleyeceksiniz ki bu ülkeler içerisinde de bölge içerisinde de hep beraber sevgi ve mutluluk olsun. Onun için “yurtta sulh cihanda sulh” lafı gerçekten çok olağanüstü bir laftır. Barışın kendi ülkenizde, çevrenizde ve bütün dünyada temini için uğraşmak. Bunun için de bölgede ve her ülkede az önce söylediğim demokratik anlayışın ve uygulamaların yaygınlaşması lazım.

Avrupa’da niçin 2. Dünya Harbi’nden önce o sıkıntılar 50 milyon insanın ölümüne yol açtı? Neticesinde ders aldılar, o ağır faturayı ödedikten sonra demokratik nizamları kurdular. AB kendiliğinden ortaya çıkmadı. Milletvekili olarak Avrupa Konseyi’nde on yıl TBMM’yi temsil ettim. On yıl Avrupa Konseyi’nde milletvekilliği yaptım. Çok sık Strasbourg’a giderim. Oradaki Avrupa Parlamentosu’na gitmek için o zaman Almanya’da iner, Fransa’da gümrükten geçer öyle giderdik. Sonra gün geldi gümrükler kalktı sınırlar İstanbul-Kocaeli sınırı gibi oldu. Bütün bunlar niçin oldu? Önce her ülke içerisinde barışçı, demokratik, çoğulcu, hukukun üstünlüğüne dayalı düzenler kuruldu ve sonra bu gerçekleşti. Bölgede de tabi ki bunlar gerçekleşirse nihayette ancak o zaman büyük refah ortaya çıkar. Refahın ortaya çıkması da büyük ekonomik faaliyetlerin gerçekleşmesiyle olur. Ekonominin güçlü olması da ancak bir ülkede demokrasi, hukukun üstünlüğü, temel insan hakları evrensel anlamda gerçekleşirse olur. Çünkü böyle ülkelere herkes koşarak gelir, parasını yatırır. Aynı şey Türkiye’de de gerçekleşti. 2003 yılından sonra yapılan demokratik ve hukuki reformlar bu ülkeyi öngörülebilir yatırım yapılabilir ülke haline getirdi. Büyümek yatırımla olur. Yatırım neyle olur? Tasarrufla olur. Türkiye’nin, Türk halkının tasarrufu ülkemizin hızlı büyümesi için maalesef yetmiyor. Dolayısıyla başkalarının tasarrufunu da Türkiye’ye getirip yatırım yapmak, yatırıma dönüştürmek gerekir. Bu nasıl olur? Uygun iklimi oluşturmakla olur. Siyasi şartları, demokratik şartları, hukuki şartları gerçekleştikten sonra ekonomik şartlar zaten muhakkak onu takip eder. Hele Türkiye gibi güçlü, nüfusu büyük ülkelerde. Bu noktada tabi ki şunu da söylemek isterim, Türkiye petrol, gaz gibi doğal kaynakları olan bir ülke değil. Dolayısıyla Türkiye’nin esas enerjisi dinamik nüfusu, genç nüfusu, beşeri sermaye dediğimiz bu gücü. Ama bunu kurallarla, demokrasiyle, şeffaflıkla, iyi bir yönetişimle birleştirdiğimizde o zaman bu petrol ve gazdan çok daha kıymetli bir enerjiyi ortaya çıkartabiliriz. Muhakkak ki Türkiye’yi yönetenler her zaman bunun farkında olmalı. Bunlar gerçekleştirildiğinde Türkiye’de büyük başarılar elde etmekteyiz. Böyle bir Türkiye’yi model alırsak o zaman başarılı olabilirsiniz. Ben 2005 yılında Dışişleri Bakanı iken Türkiye’nin Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ne (BMGK) adaylığını ilan etmiştim. Değerli Büyükelçi Namık Bey o zaman bakanlıkta benim sözcümdü. Hatırlayacaktır bakanlık kapısının önünde gazetecileri toplamıştım ve 2009-2010 Güvenlik Konseyi adaylığına talibiz demiştim. O zaman çok istihzayla karşılamışlardı bizi bazıları, Türkiye güvenlik konseyine nasıl seçilir diye. Ama az önce söylediğim unsurlar ile reformcu zihniyet içerisinde öyle bir olumlu bir perspektif, bir portre çiziyorduk ki seçileceğimize emindim. 2008 yılında BM’de oylama yapıldı ve 192 ülkeden 151 oy alarak ilk turda seçildik. Batı Avrupa adayı olmuştuk. Daha sonra da Türkiye Cumhurbaşkanı olarak 2010 yılında başkanlık etmiştim. Şimdi çok basit bir örnek size. İçeride demokrasisi güçlü, hukuku güçlü bir reformcu zihniyet, noksanlarının farkında olan, noksanlarını kapatmak için bunları açıkça konuşan bir ülke bütün dünyada iyi bir portre çizer. Arap ülkelerinin tamamı oy vermişti. Afrika ülkelerinden sadece birisi -ismini söylemek istemem, o hariç- hepsi bize oy vermişti. BM’nin Güvenlik Konseyi’nin daimi üyesi beş ülkenin beşi de bize oy vermişti, öyle seçilmiştik. Daha sonra başka bir teşebbüsümüz olmuştu 2014 yılında yine aday olmuştuk. Maalesef görüntümüz bozulduğu için o zaman 60 oy almıştık ve seçilememiştik. Dolayısıyla “dış politika içerde başlar sözü” çok doğru. İçerde güçlü olanın dışarda da çok güçlü bir dış politika gütmesi her zaman mümkündür ve dışarıya da her zaman doğru istikamet verebilir.

Genellikle dış politika dediğimizde komplo teorileri çok konuşulur. Tabi ki komplo teorileri vardır, siyasi tarih okuduğunuzda bunun çok örneklerini göreceksiniz. Öyle casuslar göreceksiniz ki, hele soğuk savaş döneminde, neler yapmışlar ülkeler nasıl nerden nereye sürüklenmiş, bütün bunları göreceksiniz.

Hele Türkiye söz konusu olduğunda dünyanın birçok yerinde Türk düşmanı ve Müslüman düşmanı mihraklar, çevreler hep var, bunlar muhakkak var. Bunları bileceğiz, naif olmayacağız ama eğer her şeyi komplo teorilerine bağlamaya kalkarsak o zaman da o ülkeleri yönetenlerin hiç mi akılları yokmuş sorusunu sormamız gerekir. Allah herkese akıl vermiş. O ülkelerin yöneticilerinin, liderlerinin, sorumluluk taşıyanlarının hiç mi aklı yokmuş diye sorgulamamız gerekir. Bu anlamda baktığınızda şöyle geriye gittiğinizde öyle acı gerçekler vardır ki bugün çok üzüldüğümüz Irak ve Suriye gibi iki komşumuz, iki ülkenin de bel kemiği tamamen kırılmış durumda. Ne kadar acı.

Irak Arap ülkeleri içerisinde hem insan gücü olarak hem de para /sermaye/ petrol olarak ikisini birleştiren nadir ülkelerden birisiydi. Şimdi böyle bir ülkenin bugünkü perişan haline baktığınızda insan çok üzülmez mi? Peki kendiliğinden mi oldu? Eminim ki bu kurs çerçevesinde size bir sürü durum çalışmaları (“case study”) vereceklerdir. Okuduğunuzda göreceksiniz. Vaktiyle Birinci Körfez Savaşı yapıldığında o zaman Irak’ı bir diktatör idare ediyordu, Saddam Hüseyin. Komşusuna saldırdı, İran’la savaştı ve bir milyon insan öldü. Sonra Kuveyt’i işgal etti, mağlup oldu. Daha sonra uzun yıllar kendisi içerde Arap nüfusunu bastırdı, Türkmenleri bastırdı. Kürtlere karşı Halepçe’de kimyasal silah kullandı. Neticede uluslararası dünya sessiz kalamadı ve 36-32. paralel kararı çıktı. Annesinin kucağında ölen çocukları hep hatırlayacaksınız. Şimdi böyle bir ülkeye bir müdahale kaçınılmaz hale geliyor. Suriye’de bile kimyasal silah kullanıldığında niçin müdahale edilmedi diye herkes bağırdı. Şimdi hiç mi sorgulanmayacak bu ülkeyi yönetenler. Sonunda 2. Körfez Savaşı olurken savaştan önce o zaman Başbakandım. Irak Devlet Başkan Yardımcısı Taha Yasin Ramazan’ı gizli bir uçakla alıp Ankara’ya getirttim. Bakın savaş olursa Irak darmadağın olacak, Moğollar Bağdat’a girdiğinde nasıl darmadağın ettilerse bu sefer de Amerikalılar girdiğinde darmadağın olacak Bağdat. Gelin bu meseleyi savaşsız çözün dedim. O zamanki iddia neydi? Irak’ın nükleer silahı var iddiası vardı. Saddam Hüseyin de düşmanlarını korkutmak için silah varmış gibi davranıyordu. Nükleer silahın olmadığını herkes biliyordu. Daha sonra hiç bir kimyasal silahın olmadığı ortaya çıktı. O zaman ona dediğim şey şuydu, ilk etapta bütün bu tesislerinizi BM’nin gözetimine açın ve nükleer silahınızın olmadığı gözüksün, bu büyük ordular gelmeden bu savaş önlensin. Ama ne yazık ki olmadı. E peki sonra savaş oldu, ülke paramparça oldu tüm bunların hepsinin komplo teorileriyle izahı bizi hep yanlışa götürür. Arap baharıyla ilgili hep komplo teorileri söylendi. E peki hepiniz gençsiniz, 6-7 sene önceki o günkü Arap ülkelerini düşünün Tunus’u, Mısır’ı, Suriye’yi düşünün, hepsi tek parti rejimiyle yönetiliyorlardı. Seçimler olunca Cumhurbaşkanı adayları %90 oy alarak seçilmiş olarak gözüküyordu. O ülkenin genci nasıl hisseder kendisini. Bugünkü dünya o kadar şeffaf bir dünya ki, bugünkü dünyada iletişim teknolojisi o hale geldi ki dünyanın her köşesinde nerde ne oluyor cebinizden takip ediyorsunuz. Düşünün ki o ülkelere mensup bir genç Amerika’da Londra’da Avrupa’da bir üniversitede okurken arkadaşlarının yanında nasıl hisseder. Korku duvarları yıkılınca tabi hepsi birden sokağa döküldü. Sonra saptırılmış olabilir yönetilememiş olabilir, bunlar ayrı mesele. Ama Tunus gibi başarılı olanlar da oldu. Tunus’da bir genç çıktı kendisini yaktı, feryat etti, Arap Baharı böyle başladı. Ve şimdi sizinle paylaşmak isterim o günkü başarılı Türkiye, demokrasisi parlayan, ekonomisi parlayan Türkiye gerçekten bütün bu coğrafyanın gençlerine de ilham kaynağı olmuştur. Niçin Müslüman bir Türkiye bütün bunları gerçekleştiriyor da biz niçin gerçekleştiremiyoruz diye hepsi büyük bir şekilde motive olmuşlardı.

Değerli arkadaşlarım onun için hepimizin sorumluluğu vardır. Onun için evimizin düzenli olması tabi ki yönetenlerin üstündeki en büyük görevlerden birisidir. Bu gerçekleşmediği süre içerisinde hep sıkıntılar olur. Büyükelçi Namık Bey hatırlayacaktır, Tahran’a beraber gitmiştik. Tahran’da 2003 yılında İslam Konferansı Örgütü’nde bir konuşma yapmıştım. Demiştim ki, burada açık konuşmamız lazım, kendi öz eleştirimizi yapmamız lazım. Müslüman ülkelere şöyle bir baktığımızda hepimizin evi ne kadar karışık demiştim. Körfez ülkelerinde demokrasiden bahsetmek belki şu anda yersiz olabilir. Ama iyi yönetişimden “Good Governance”dan bahsedebilirsiniz. Adalet, hukuk, eşitlik, hesap verilebilirlik, yolsuzlukların olmaması bütün bunlardan bahsedebilirsiniz. Dolayısıyla o konuşmamda şunu demiştim, hepimizin evimizin içini düzene koymamız gerekir. Bunu koymadığımız süre içerisinde bir gün gelir ya insanlar ayaklanır ya da dış müdahaleler kaçınılmaz hale gelir demiştim. Gelir dağılımındaki eşitsizlikler, adaletsizlikler, büyük işsizlik oranları bir çok kapalı rejimlerdeki sömürü, haksızlıklar, kadın-erkek eşitliğindeki inanılmaz büyük mesafeler bütün bunlar bugünkü çağa uymuyor. Bugünkü çağ dünyayı şeffaf hale getirdi. Dolayısıyla bizler inisiyatif alalım. Herkes kendi ülkesinde daha güzel düzen kursun, noksanlıklarını gidersin.

Değerli arkadaşlar, demokrasi ve diplomasi söz konusu olduğunda sizlere biraz Avrupa Birliği’nden de bahsetmek isterim. Çünkü Avrupa bu acı tecrübeyi yaşadıktan sonra güzel formüller ortaya çıkardı. Sonunda ileri gittiler, birleştiler, kendi içlerinde bugün büyük problemler yaşıyorlar ama yine de beraberlikleri devam edecek. Belki genişlemeden dolayı hantal bir yapıya kavuşmuş olabilirler ama bugün hangi Avrupa ülkesine giderseniz gidin hala ekonomilerinin, bilim, kültür, sanatlarının ne kadar ilerde olduğunu göreceksiniz. Dolayısıyla onların ekonomik büyüme rakamları bazen küçük oluyor. Bunun bizi aldatmaması lazım. Yapacağı yol kalmamış, yapacağı baraj kalmamış, şehirlerinin hepsini güzel yapmış, köylerin hepsi şehir gibi köyler haline gelmiş. Tabi ki bu ülkelerin ekonomik büyümeleri daha yavaş olacaktır. Ama bizim gibi ülkelerin yapacakları hala çok. Bizde hala köylerimize mahallelerimize bakın, şehirlerimizin birçoğuna bakın, bizim gece gündüz çok çalışmamız gerekiyor. Bizi %5, %6 büyümeler kurtarmaz. Bizim çok daha fazla geleceğimize konsantre olmamız gerekiyor. Onun için Avrupa ile bizi kıyaslarken sakın Avrupa’yı küçük görmeyin. AB’yle ilişkilere çok önem veren bir insan olarak bunu söylüyorum. Bunu daima bir çapa olarak görmek lazım. Birçok reform, birçok hukuk reformu bu sayede müzakere süreci içerisinde gerçekleşti. Maalesef bunları kendi programlarımız çerçevesinde gerçekleştiremedik. Böyle bir müzakere çerçevesinde bu programların büyük bir kısmı gerçekleşti. Biliyorsunuz Kopenhag siyasi kriterleri, Maastricht ekonomik kriterleri çerçevesinde bunlar bizim için hedef oldu. Bunların büyük bir kısmını yaptık. Burada şuna bakmak gerekiyor. AB - Türkiye ilişkileri Avrupa’ya bir taviz olarak görüldüğü andan itibaren AB’yle ilişkileri hemen kesmek gerekir. AB ile Türkiye ilişkileri, AB’ye katılım yönünde yapılan reformlar, kanun değişiklikleri, yönetmelik değişiklikleri, bunlar Türkiye’nin, Türk insanının faydasına mı değil mi buna bakmak gerekir. Bakarsanız bütün bu süreç, Türkiye’nin en başarılı olduğu, ekonomisinin en güçlü olduğu, üniversitelerinin geleceğe yönelik büyük açılımlar yaptığı dönem bu çerçeve içerisinde olmuştur. Dolayısıyla bunu bir taviz olarak asla görmemek gerekir.

Zaman zaman Avrupa’nın içerisinde çok yanlış, öngörüsüz liderler çıktı. Fransa Cumhurbaşkanı’nın olduğu gibi. Bunlar daima Türkiye’ye karşı önyargılı oldular ve Türkiye ile bu müzakere sürecini hep tıkadılar ve o zamanlar ben TBMM’de yaptığım konuşmalarda hep şunu söyledim. Avrupa’yı bırakın dedim. Formül elimizde, ne yapılacağı, yol haritası önümüzde. Biz kendimiz bu fasılları fiili olarak açıp kapayabiliriz. Bu kuralları adapte ettiğimizde, demokratik, hukuki, ekonomik, mali kurallarımızın standartlarını yükselttiğimizde Türkiye tabi ki daha güçlü hale gelecek. Daha güçlü olan Türkiye ile herkes doğal olarak daha çok işbirliği yapmak isteyecek. Bugünlerde doğrusu bunun çok zayıfladığını görüyorum ve bunların tekrar yerli yerine konmasının Türkiye’nin çıkarına olduğuna inanıyorum.

Diplomasi dediğimiz şey iç politikadan farklıdır. İç politikada çok ekstrem şeyler olabilir maalesef ama dış politikada hamaset, retorik, hesapsız konuşmalar bunların hiçbiri olmaz. Dış politikanın kendi üslubu vardır. Şimdi dış politika uluslararası çıkarlarınızı korumayla ilgili bir konu. Varlık sebebimiz, beka meselemizle ilgilidir. Komşularımızla ilişkiler, bütün geniş dünyayla ilişkiler, uluslararası camiada yer edinebilmemiz, dünya siyaset dengesinde yerinizin olması bütün bunlar diplomasinin alanıdır ve diplomasinin kendi dili vardır. Diplomasi bir krizi çözmek değil esasen krizin çıkmasına fırsat vermemektir. Yangına fırsat vermemektir. Yangın çıktıktan sonra yangını söndürmek bir başarı diye övünebilirsiniz ama önce yangına sebep verenleri sorgulamak gerekir. Dolayısıyla diplomasi bir problemi önce görür, radarına alır, burada bir problem oluşuyor der, bir felaket geliyor der ve hemen onun tedbirini alır. Görüşmeler diyalogla, uzlaşmayla olur. Bütün çarelere başvurulur ve o problem ortaya çıkmadan çözülür. Yoksa problem sıcak problem haline geldiğinde o zaman güç kullanmak kaçınılmazdır. Güç önemli, az önce saydığım demokrasi, ekonomi, dış politika gibi tabi ki her ülkenin bir de silahlı kuvvetler gücü var. Ancak bunu atalarımız güzel söylemiş, “hazır ol cenge, istersen sulh-u salah” derler. Barış, huzur istiyor isen güvenlik içinde yaşamak istiyorsan hazır olmak lazım. Hazır olmak demek caydırıcılık demektir. Ama çıkar çatışmaları “conflict of interest” dediğimiz öyle anlar gelir ki bazen mecbur olursunuz ve savaşırsınız. Savaşın ne olduğunu en iyi askerler bilir. Onun için askerler hemen savaşalım demezler, savaşın acımasızlığını, savaşın nasıl ölüm olduğunu, öldürmek olduğunu en iyi onlar bilir. Savaş en son yoldur. Diplomasi eğer zayıfsa, devrede değilse birdenbire sıcak problemle karşı karşıya kalırsınız ve güç kullanmak zorunda kalırsınız. Tabi ki güç kullanmaktan önce de çıkış stratejilerinin olması gerekir. Bugün Suriye’de yaşanan felaket nedir? Suriye gibi Irak’a da böyle girilmiştir. Uluslararası meşruiyet olmadan, BM Güvenlik Konseyi’nin kararı olmadan Amerika mecbur etmiştir ve koalisyonla o saldırıyı yapmıştır. Suriye’ye karşı başlatılan silahlı mücadelenin bir çıkış stratejisi yapılmadığı için, dengeler iyi hesaplanmadığı için neticede bugünkü büyük siyasi boşluk, perişan durum ortaya çıkmıştır. Çok iyi tanıdığımız şehirler Şam, Halep gibi bakmaya kıyamayacağınız şehirler yerle bir olmuştur. Onun için dış politikada bilgi, tecrübe ve geleceği öngörmek için analiz çok önemlidir.

İnanıyorum ki burada bütün bunlarla ilgili çok güzel dersler olacaktır. Sadece hocalar değil büyükelçilerimizden de. Onlarla çok uzun bir süre beraber çalıştım. Türkiye’nin gerçekten güçlü bir diplomasi geleneği vardır, çok iyi diplomatları, uygulayıcıları vardır. Çok zor meselelerin altından günü geldiğinde kalkmışlardır. Herkes zanneder ki diplomatlar çok rahat bir hayat yaşar. Diplomatlar 24 saat hep alarmdadır. Onlar için mesai mefhumu söz konusu olamaz. Gece gündüz 24 saat yani Türkiye dışında büyükelçi olduklarında kendi ülkelerini temsil ederler. Herkes o ülkede onlara bağlıdır, bir nevi oranın başkanı gibidirler. Dolayısıyla diplomatlar da, büyükelçiler de gördüğüm kadarıyla sadece Namık Bey değil başkaları da sizlere burada ders verecekler, uygulamalarını anlatacaklar. Bunlardan en iyi şekilde yararlanın, kendi formasyonunuzu güçlü yapın, dağarcığınız güçlü olsun, dolu olsun. Yoksa sadece gazete kültürüyle televizyonlarda üç dört kitap okuyarak sizleri yönlendiren insanların teorileriyle kalmamak gerekir.

Soru- Cevap

1- Artık eksen var mı? Rusya - Çin- İran hattı her mevzuda olabilir mi? Türkiye bu hatta yer alabilir mi ? Türkiye’nin dış politikadaki duruşu ne olmalıdır?

Aslında bugünkü dünyada katı bir eksen var mı yok mu sorusuna cevap vermek gerekir. Türkiye’nin 10-20-30-40-50 yıl sonrasını düşünmeniz gerekir. Ben hep şöyle gördüm. Önce Türkiye dış politikası ve iç politikası birbirinden ayrılamaz. Türkiye’nin çoğulcu bir demokrasisini, çok partili sistemini, temsili demokrasini ve katılımcı bir demokrasi unsurlarını hep gerçekleştirmesi gerekir. Kuvvetler ayrılığına dayalı, hukukun üstünlüğü, denge sistemleri içerisinde olan bir sistemle Türkiye’nin ilelebet yönetilmesi ve bu yönlerde giderek kendini güçlendirmesi ve derinleştirmesi gerekir. Ondan sonra Türkiye’nin kendi tarihi müttefikleriyle ilişkilerini gayet güçlü ciddi bir şekilde müttefiklik ilişkileri, savunma-güvenlik ilişkileri çerçevesinde götürürken TR’nin kendi çıkarlarını elastikiyetini kaybetmemesi gerekir. Siz sadece müttefiklerinizle beraber olursunuz, diğer ülkeler ile ilişki geliştiremezsiniz diye bir şey yok. Türkiye hem NATO bloğu içerisinde bir Avrupa ülkesi, aynı zamanda Avrasya ülkesi, Müslüman bir Ortadoğu ülkesi, aynı zamanda büyük Türk dünyasının parçası olan bir ülke. Türkiye’nin bütün bu kimliklerini unutmaması lazım. Birini tercih edip diğerini reddetmemesi lazım. İngiltere tarihte üzerinde güneş batmayan imparatorluktu. O imparatorluktan kaç tane devlet çıktı? İngiltere tarihteki o birliğini mantıklı bir şekilde bir dayanışmaya nasıl çeviriyorsa Türkiye’nin de bütün Ortadoğu’daki geçmişte beraber olduğu ülkelerle böyle bir dayanışması olabilir. İran Türkiye’nin komşusuyken İran’la sağlıklı ve samimi ilişkiler geliştirilmesi hiç bir zaman göz ardı edilmemelidir. Rusya gibi büyük bir devlet Türkiye’nin komşusuyken, Türkiye-Rusya ilişkilerini güçlendirmemek, bunlara kendimizi kapalı tutmak tabi ki mümkün değildir. Bütün dünya biliyor ki Çin 10 sene sonra dünyanın en büyük ekonomisi olacak, en büyük ekonomisi olunca da savunma, siyaset oraya taşınacaktır. Türkiye’nin bunu göz ardı etmesi mümkün değildir. Ama Türkiye’nin Çin gibi, Rusya gibi, İran gibi yönetilmesi de mümkün değildir. Dolayısıyla elastik olmamız gerekir. Dış politikada başlangıçta ilkeli, prensipli olmak size güven verir. Pragmatist, oportünist bir dış politika size zarar verir. Sonunda o ülkeye büyük bir tehlikedir, tehdittir. Çünkü ne dostu olur, ne kendisine saygı olur ne de güven olur. Onun için prensipli olmak, değerler sisteminin olması doğrudur. Ama çok katı bir dış politikayla, “ben şu kulübün üyesiyim, başkalarıyla ilişkim olmayacak” gibi bir anlayış asla geçerli değildir. Onun için Türkiye’nin komşularıyla ilişkilerini güçlü bir şekilde sağlam tutması gerekir. Bu önce güvenlik ve ekonomi açısından gereklidir. Çevresiyle hiç bir ilişkisi olmayan bir ülkede ekonomik gelişme de refah da olmaz. Birinci amacınız çevrenizi istikrarlı hale getirmeniz olacaktır. Bu da iyi ilişkilerle olur. Türkiye’nin tüm komşularıyla ilişkilerini güçlü tutması gerekmektedir. Ayrıca müttefiklerin de kıymetinin bilinmesi gerekmektedir. ABD, Avrupa bunlar hiç bir ülkenin ihmal edeceği ülkeler ve güçler değildir. Bu güçlerle ilişkileri sadece askeri alanda değil diğer tüm alanlarda da güçlü tutmak gerekmektedir.

2- Türk - Amerikan ilişkileri artık başka bir boyutta mı ? Vize krizinden mi ibaret? Vize krizi çözülür mü? Çözülürse yarın yenisi gelir mi? Gelmemesi için ne yapmak lazım?

ABD gibi bir ülkenin Türkiye’ye böyle bir vize uygulaması yapması üzücü bir gelişmedir. ABD öyle oldu ki bazı ülkelerin onlarca diplomatını casusluk yaptığı gerekçesiyle sınır dışı etti. Ama bu ülkelere bile vize yasağı uygulamadı. Demek ki sadece sorun vize meselesi değil. Demek ki birikmiş bir takım konular var. Bunları soğukkanlılıkla diplomasi diliyle çözmek gerekir. İki ülke arasında anlaşamayacağımız konular olsa da bunlar sokakta değil diplomasiyle halledilmesi gerekmektedir. Birçok ülkeyle kavgalı hale gelirseniz onlar Türkiye’ye “smart” şekilde düşmanlık yaparlar. Bunların olduğunu da görüyorum. Bu da bizi sıkıntıya sokar. Türkiye düşmanlıklarını harekete geçirmemek gerekir. Biz dikkatli hareket etmezsek Türkiye’nin ulusal çıkarlarını, milli menfaatlerini uzun ve orta vadede zedeleyecek, farkına vardığımız veya varamadığımız çok büyük düşmanlıklar olacaktır. Bunların bazıları da görünmektedir.

3- Katalonya ve K. Irak’taki referandum hareketleri ve bölgesel özgürlük istekleri bundan sonraki 50 yıllık süreçte Dünya siyasetini nereye doğru götürür?

Dünya siyasetinde çok 2 belirgin olgu var. Biri, siyasetin yönetimiyle ilgili popülizmin gücünü ve bunun bir metot haline geldiğini görüyoruz. Dünyanın süper gücünün başındaki kişi bile Twitter’la ülke yönetiyor. Bir kaç yıl öncesine kadar böyle bir şey hayal edilemezdi. Bunlar olmayacak şeylerdi. Popülizmin bütün Avrupa’da yükseldiğini görüyoruz. Bunlar muhakkak sonunda felaket getiriyor. Çünkü tarihe baktığımızda alacağımız çok ders var. Popülist liderler önce birbirleriyle iyi geçiniyorlar, sonra çıkar çatışmasına giriyorlar, ondan sonra da büyük savaşlar ortaya çıkıyor. Diğeri ise, bu tip ayrılık taleplerinin özellikle son dönemde fazla gözükmeye başlaması. Halbuki daha önceki dönemlerde hep birleşmeler vardı. Bir çelişki yaşanıyor, bir tarafta birleşme bir tarafta ayrışmalar söz konusu oluyor. Milliyetçilik öyle bir duygu ki aldığında götürüyor. Ulusalcılık anlamında baktığımızda bu rüzgârı birçok ülkede görüyoruz. Sadece bu iki ülkede değil Belçika’da da var, Fransa’da da var, İngiltere’de İskoçlar başını çekenler oldu. Bu tür süreçlerde maksimalist olan sonunda kaybediyor. Kürtlerin de K. Irak’ta yaptığı buydu. Maksimalist oluyorlar ve bu bir noktadan sonra kabul edilemiyor. Katalanların da çok eski tarihi var ancak yüzyıllar öncesindeki ayrılıkları ortaya çıkartarak ayrılığın meşrutiyetini oluşturmak çok sorgulanacak bir durum. Nitekim Katalonya’da referanduma katılanların %95’i evet dedi ama katılım oranı %50yi geçemedi. Demek ki büyük bir kesim de bu olayı desteklemiyor. İspanya’da bu olayların bu noktaya gelmiş olması gerçekten ilginç. Bu tip maksimalist olayların devamının gelmeyeceğini düşünüyorum. Burada önemli olan şey beraber yaşamanın yolunu bulmaktır.

4- Popülizm siyasetin içerisinde olan bir gerçektir. Dünyanın her ülkesinde dış politikanın iç politikada kullanılmadığı yoktur. Bunun ayarı nedir? Bu ne aşamadan sonra tehlike olmaya başlar?

Popülist liderlere bakın, 2. Dünya Harbine bakın. Liderlerin önce ilişkileri iyi oluyor, sonra çıkar çatışmaları başlıyor, daha sonra da milliyetçi duyguları kendi içlerinde kullanmaya başlıyorlar ve sonunda büyük felaketler ortaya çıkıyor. Dış politikada iki şey vardır. Birincisi uzmanlardır. Bu alanda bilgili kişiler, uzmanlar dosyalarını, argümanlarını hazırlarlar size getirirler ve siz onların içerisinden karar verirsiniz. Diğeri de siz şöyle olacak dersiniz, doğru veya yanlış, uzmanlar onun doğruluğuna uğraşırlar. Dış politikada bu asla olmaz. Çünkü içerde risk alınır ama dış politikada risk alınmaz. Dış politikada ancak emin olunur, tüm uzmanlıklar devreye girdikten sonra atılacak adım atılır. Popülizm dış politikaya hâkim olursa o sonunda liderleri esir alır. Yani kendi politikalarının, kendi söylemlerinin esiri olurlar ve mecburen onu yapmak zorunda kalırlar. Bu da felaket getirir. Tabi ki ülkeyi dinamik tutmak, insanları milli konularda duyarlı hale getirmek, insanları dayanışma içerisinde tutmak liderlerin görevleridir ama bunların ölçüsü kaçtığı andan itibaren öyle bir popülizm dalgası gelir ki sizi esir alır. Siz doğru olmayan o yolda yürümek zorunda kalırsınız. Bu içerde koltuğunuzu kaybetme durumu değildir. Bu ülkenin beka meselesidir. Ülkenin ulusal çıkarlarıyla ilgili bir pozisyon kaybıdır. Bunlar tabi ki çok tehlikeli şeylerdir. Onun için burada çok dikkatli ve özenli olmak gerekiyor. Bu korkmak anlamında değildir. Askerler savaş olmasın isterler savaştan önce tüm seçeneklerin değerlendirilmesini isterler ama savaş çıkınca da gözleri başka hiç bir şey görmez. Onun için diplomasinin sürmesini savaş olmadan meselelerin halledilmesini isterler.

Tüm Haberler

Yazdır Paylaş Yukarı