Keynote Speech to the Amman Security Colloquium

16.11.2016
Yazdır Paylaş Yazıları Büyült Yazıları Küçült

Altesleri Prenses Sümeyye

Ekselansları Allawi,

Sayın Moderatörler,

Değerli Konuklar,

Amman Güvenlik Kolokyumuna katılmaktan büyük bir memnuniyet duyuyorum.

Bu toplantıya önem vermemin birkaç sebebi var.

Biliyorsunuz, Orta Doğu’da güvenlik ve işbirliği mekanizmalarının kurulması düşüncesi, 1980’lerden beri tartışılıyor.

Bu konuda yapılan tartışmalarda Ürdün en çok siyasi ve entelektüel katkı veren ülkelerden biri oldu.

Esasen merhum Kral Hüseyin ve Majeste Kral Abdullah’ın uyguladıkları bilgece, basiretli politikalar da her zaman bu doğrultuda diyalog ve işbirliğini öngörmüştür.

Bu nedenle, 1990’larda Birinci Körfez Savaşını takiben düzenlenen Orta Doğu ve Kuzey Afrika Konferansında, bölgede bir kriz önleme merkezi kurulacaksa buna Ürdün’ün ev sahipliği yapması öngörülmüştü.

Dolayısıyla Amman Güvenlik Kolokyumu, değerli bir vizyonu canlı ve güncel tutarak önemli bir işlev üstlenmiş oluyor.

Bu toplantıya katılmaktan memnuniyet duymamın ikinci sebebi ise kişisel.

Siyasi hayatım boyunca ve özellikle Başbakan, Dışişleri Bakanı ve Cumhurbaşkanlığı yaptığım dönemlerde, Orta Doğunun bölgesel bir işbirliği ve güvenlik çerçevesine kavuşmasının hem bölge hem de dünya barışı için gerekli olduğunu savundum.

Bunun bir parçası olarak, bölgenin başta nükleer silahlar olmak üzere kitle imha silahlarından arındırılmasının önemini Birleşmiş Milletler Genel Kurulu başta olmak üzere, her vesileyle yaptığım konuşmalarda vurguladım.

Amman Güvenlik Kolokyumuna bu konulara bir kez daha odaklandığı ve bana da bir kez daha bu konuda görüşlerimi ifade etme fırsatı verdiği için teşekkür ederim.

Değerli Katılımcılar,

Bugün bölgede yaşanan trajik duruma bakarak şöyle düşünenler olabilir:

Orta Doğunun dört ülkesinde iç savaş hali devam ederken ve terörizmin etkileri Afrika’dan Alt Kıtaya, Avrupa’dan Amerika’ya yayılmışken istikrar, işbirliği ve güvenlik vizyonundan bahsetmek için erken değil mi?

Ben de böyle düşünenlere Birleşmiş Milletlerin İkinci Dünya Savaşının en şiddetli günlerinde tasarlandığını, AGİT/OSCE’nin (Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı) Soğuk Savaşın hüküm sürdüğü koşullarda bir konferans olarak başlayıp bir örgüte dönüştüğünü hatırlatıyorum.

Bölge halklarının önüne de gelecek ile ilgili net bir vizyonun koyulması bugün en çok ihtiyaç duyulan şey olan barış ümidini artıracaktır.

Böyle bir vizyon ayrıca bölgedeki keskin ihtilafların çözümü için süren siyasi çabalara da bir perspektif sağlayacaktır.

Esasen, bugün içinde bulunulan trajik durumun ve yaşanan krizlerin arkasında ve derinliğinde, aslında geçmişte yapılan makul uyarıların ve önerilerin hayata geçirilmemiş olması bulunduğuna dikkatinizi çekmek isterim.

Bunlardan bazılarını saymam gerekirse:

- Orta Doğunun nükleer silahlardan arındırılması yolundaki çağrısı 1974’den bu yana Birleşmiş Milletler Genel Kurulunun gündeminde durmaktadır. Son olarak Başkan Obama bu konuyu canlandırma yönünde iyi niyetli bir girişimde bulunmuş ancak beklenen ilerleme sağlanamamıştır. İsrail’in Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Sözleşmesine taraf olmaya direnmesi temel bir sorun olmaya devam etmektedir.

- Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, Irak’a ambargo uygulanması konusunda aldığı 687 sayılı karara başta Arap ülkeleri ve uluslararası toplumun desteğini almak için Orta Doğunun kitle imha silahlarından arındırılması ve bölgede silahlanmanın dengeli ve kapsamlı biçimde kontrolü hedeflerine açıkça atıfta bulunmuştu. Bunun için bölge ülkeleri arasında diyalogu da öngörmüştü. Irak’ın kitle imha silahlarından arındırılmasının bölgenin bu tür silahlardan ve bunları fırlatan füzelerden arındırılması için bir adım teşkil edeceğine dair taahhüt, Irak dosyası çoktan kapandığı halde yerine getirilmemiştir.

- 1991 yılında Madrid’de toplanan Orta Doğu Barış Konferansı, bunu takip eden MENA toplantıları, Oslo Barış Anlaşmaları ve diğerleri, ne yazık ki tam olarak hayata geçirilmeyen projeler olarak kalmıştır.

Gelinen noktada büyük güçlerin asli sorumlulukları olduğu kadar bölge ülkelerinin de payları vardır.

Kimi zaman bazı liderlerin yeterince cesur ve sorumlu davranmamaları, bazılarının stratejik ve vizyoner bakış açılarına sahip olmamaları bu duruma gelinmesinde rol oynamıştır.

Kimi zaman tarafların küçük tavizler vermek yerine maksimalist pozisyonlarında ısrar etmeleri bütün bu çabaların sonuçsuz kalmasına yol açmıştır.

Oysa, modern dönemde yapılan savaşlarda görüyoruz ki, eskiden tarihte olduğu gibi topyekün zafer veya mağlubiyet diye bir şey artık vaki değildir.

Sonuçta, zamanında Filistin gibi hayati ancak tek odaklı bir sorunla meşgulken bugün bölgenin dört önemli ülkesinde (Suriye, Irak, Libya, Yemen) iç savaş hali ile karşı karşıyayız.

Bu ihtilafların doğrudan veya dolaylı etkileri silahlanma, terörizm, mülteci meselesi, etnik-dini-mezhepsel çatışmalar, popülist söylem ve politikaların, demokrasi karşıtlığı ve otoriter eğilimlerin yükselişi şeklini de alarak çok geniş bir coğrafyaya yayılmış bulunuyor ve herkesi etkiliyor.

Hanımefendiler, Beyefendiler,

Geçmişe dönük olarak bu muhasebeyi yapmaktan amacım, barış ve güvenlik konularında ortaya çıkan bölgesel diyalog ve işbirliği imkanların heba edilmesinin, atılması gereken adımlarda gecikilmesinin veya bunların ihmal edilmesinin bütün taraflar bakımından ne kadar büyük maliyetinin olduğunu göstermektir.

Bu noktada bazı kişisel tecrübelerimi aktarmak isterim:

2003 yılında İkinci Körfez Savaşından hemen önce iki girişimde bulundum.

Ocak ayında Saddam Hüseyin’e bir mektup göndererek ülkesini bekleyen felaket konusunda açık bir dille uyardım. Oyalamayı ve retoriği bırakmasını ve Birleşmiş Milletler ile uzlaşarak savaşı önlemesini talep ettim.

Saddam ne yazık ki bu uyarılara kulak asmayarak ülkesine ve bölgeye büyük bir kötülük yapmış oldu.

Aynı günlerde, Irak’a Komşu Ülkeleri bir araya getiren bir platformun kurulmasına öncülük ettim.

Böylece, bu ülkelerin savaştan önce ve sonra 2003-2009 yılları arasında Dışişleri Bakanları düzeyinde ortak bir gündem etrafında birçok defa toplanmalarını sağladım.

Bu toplantılara bugün derin ihtilaf halinde bulunan Suudi Arabistan ve İran da katılmışlardı.

Bu Platform, Irak’ın parçalanmasının ve vekalet savaşlarına sahne olmasının önünü kesen unsurlardan biri olmuş ve bölgesel girişimlerin ne kadar önemli ve işlevsel olduğunun bir kanıtı olmuştu.

Bu platformun bilahare ortadan kalkması bölgesel diyalogu zayıflattı.

Daesh’in ortaya çıktı ve Musul’u işgal etti. Sonrasını biliyorsunuz.

Suriye konusunda ise, iç savaşın başlangıcında, Cumhurbaşkanı olarak Dışişleri Bakanını Beşar Esad’a göndererek gerekli uyarılarda bulundum.

İleride daha büyük maliyetlere yol açılmasını önlemek için gerekirse küçük tavizler vermekten imtina etmemesi gerektiğini anlattım.

Esad zamanında çağrılarımıza kulak verseydi şimdi yabancı ülkelere vermekte olduğu büyük tavizler yerine kendi halkına küçük tavizler vererek güzel ülkesini ve halkını bugün yaşanan felaketten kurtarmış olacaktı.

Suriye’de yaşanan trajedide, tabiatıyla bölge ülkelerinin, samimi bir diyaloga girmek yerine yanlış hesaplara girmeleri de rol oynamıştır.

Üçüncü olarak Filistin meselesinin barışçı çözümündeki gecikmeden duyduğum hayal kırıklığını ifade etmek isterim.

Cumhurbaşkanı seçildiğim 2007 yılı Sonbaharında beni tebrik etmek için ziyaret eden ilk liderler arasında Filistin Devlet Başkanı Abbas ve İsrail Cumhurbaşkanı Perez yer almıştı.

Ankara’da kendilerini aynı gün ağırladım ve hep birlikte Türkiye Büyük Millet Meclisine gittik. İki Devlet Başkanı, Türk Parlamentosuna aynı oturumda hitap ederek Orta Doğu Barışına dair iyimser mesajlar verdiler.

Aradan dokuz yıl geçti; o iyimserlikten çok uzağız.

İsrail’in işgali en vahim insani sonuçlarıyla birlikte sürüyor.

Bugün Sayın Abbas’ın Sayın Perez’in cenaze törenine katılması dahi tartışmalara yol açabiliyor.

Oysa, evvelce bölgenin tek ihtilafı iken, şimdi ihtilaflardan sadece biri olarak arka plana düşmüş görünmesi, Filistin meselesinin kilit önemini ve aciliyetini azaltmamıştır.

Tam tersine, Filistin topraklarının işgalinin ve bunun sonucu olan vahim insani durumun sona ermesi, bölgede barışın en temel gereği olmaya devam etmektedir.

Nitekim, ABD, Fransa ve Rusya gibi ülkelerin, son aylarda bir yandan Daesh ile mücadele ile meşgulken aynı anda Orta Doğu Barış sürecini canlandırma girişimlerinde bulunuyor olmaları dikkat çekicidir.

Bugüne kadar ortaya koyulan en makul plan olan 2002 yılında Merhum eski Suudi Kralı Abdullah’ın önerdiği planın önümüzdeki dönemde raftan indirilebileceğine ve canlandırılabileceğine dair işaretler, teşvik edilmesi gereken eğilimlerden bir başkasıdır.

Bütün bunları, uluslararası toplumun başta terörizm ile mücadele olmak üzere küresel sorunlar karşısında, Filistin meselesinin çözümünden medet umduğunun ve bu konuda her zamankinden daha sabırsız hale geldiğinin işaretleri olarak görüyorum.

Filistin halkına meşru ve vazgeçilmez haklarını geri verecek barışçı bir çözümün başta Birleşmiş Milletler olmak üzere, uluslararası toplumun desteğiyle sağlanması, ‘’dünyanın da bir vijdanının olduğunu’’ kanıtlayacaktır.

Böyle bir başarı, dünya halkları arasında çok ihtiyaç duyulan ideolojik-kültürel yumuşama ve rahatlamaya da katkı sağlayacaktır.

Olası bir çözümün İsrail halkının da hakkı olan güvenliği net biçimde garanti altına alması, aynı şekilde, dünyanın vijdanının olduğunun bir kanıtı olacaktır.

Ayrıca İsrail’in Filistin’deki işgali sona erdirerek, başta Arap komşuları olmak üzere bölgeyle ilişkilerini normalleştirmesi bölgeye ve dünyaya yeni bir ufuk açabilecektir.

ABD Başkanlığına seçilen Trump’ın seçim kampanyası sırasında Filistin meselesi ve Kudüs konusunda yaptığı endişe verici beyanların kampanya malzemesi olarak kalmasını temenni ediyorum.

Hanımefendiler, Beyefendiler,

Bu olumsuz tablo içinde, bölgenin kitle imha silahlarından arındırılması hedefi bakımından, azımsanmayacak önemde üç olumlu gelişmeye de değinmem gerekir:

a)Bunlardan birincisi ve en önemlisi, İran’ın nükleer faaliyetleri ile ilgili ihtilafın müzakereler yoluyla çözülmüş olmasıdır. Bu sonucun alınması için tarafların ikna edilmesi için ben de şahsen yoğun çaba gösterdim. İran ile altı ülke arasındaki bazı toplantılara Türkiye olarak ev sahipliği yaptık. İran ile Altı ülke arasında nükleer dosya konusunda yapılan anlaşmanın aksamadan uygulanması bütün taraflar bakımından önem taşımaktadır. ABD Başkanı seçilen Trump’ın seçim kampanyası sırasında bu anlaşmayı feshedeceği yolunda yaptığı vaadi yerine getirmemesini ümit ediyorum.

b)İkinci gelişme ise, Suriye’nin kimyasal silah stokunun ortadan kaldırılması olmuştur. Suriye’deki iç savaşın acı sonuçları sürüyor olsa da, bu gelişmenin önemini gözardı ademeyiz.

c)Üçüncü olarak İsrail’in Nükleer Denemelerin Yasaklanması Sözleşmesine taraf olmayı tezekkür ettiğine dair çıkan haberleri kaydetmek isterim. Henüz resmen teyit edilemiş olsa da, böyle bir eğilim varit ise bunun teşvik edilmeye değer olduğunu düşünüyorum.

Bu üç gelişmenin olumlu olsa da, stratejik bir bütünün, sistemli bir çabanın parçası olmayan dağınık işlemler olduğu görülmektedir.

Oysa, barış ve güvenlik ile ilgili çabaların bütünsel ve stratejik bir nitelik taşımaları gerekir. Aksi takdirde, yukarıdakine benzeyen adımlar etkileri kalıcı ve etkili olmaz. Bunların bu oturumun da konusu olan Kitle İmha Silahlarından Arındırılmış Bölge veya Bölgesel Güvenlik ve İşbirliği Örgütü gibi çerçevelere oturmasını sağlamak esas olmalıdır.

Sayın Katılımcılar,

Orta Doğu Bölgesinde güvenlik meselesini tartışırken, mezhep çatışmalarının bir güvenlik sorunu haline geldiğini saklamamıza imkan yoktur. Halen dört bölge ülkesinde süregelen vekalet savaşları, kimi zaman mezhep çatışması maskesinin ardına gizlenmektedir.

Avrupa’da da, tam beşyüz yıl önce yaşanan mezhepsel bölünme, onyıllar süren siyasi ve askeri çatışmalara yol açmıştı.

Bu çatışmaların Rönesans ile başlayan uygarlık hamlesini nasıl aksattığını ve dolayısıyla hem Avrupa’nın, hem de bütün insanlığın ilerlemesini nasıl geciktirdiğini çok iyi biliyorsunuz.

Orta Doğu’da bugün yaşanan mezhep çatışması da aynı şekilde Arap Baharının sekteye uğramasına yol açmıştır. Bölgenin ufkunu karartmıştır. Silahlanmayı daha da kışkırtan bir unsur haline gelmiştir.

Bu dört ülkenin her birindeki çatışmaların durması için süregelen siyasi çabalara tabiatıyla kuvvetli destek vermek gerekir.

Ancak yapılması gereken başka şeyler de vardır.

Şii-Sünni çatışmasının ana kaynağının Suudi Arabistan ile İran arasındaki siyasi güven bunalımı olduğu şekline bir algılama mevcuttur.

Dolayısıyla, sözkonusu güven bunalımının giderilmesi güç de olsa öncelikli bir görev olmalıdır.

Zira geçmişte bu iki ülke birçok konuda ortak tutum alabilmiştir.

Esasen Şiiler ve Sünnilerin barış içinde birlikte yaşamalarının tarihte de, çağımızda da örnekleri vardır.

Dolayısıyla mezhep ihtilafı aşılabilecek bir durumdur.

Bundan hareketle, İslam İşbirliği Teşkilatı yeni bir yaklaşım geliştirmiş bulunmaktadır.

İslam İşbirliği Teşkilatının geçen Nisan ayında İstanbul’da yapılan Zirve Toplantısında Kazakistan ve Türkiye’nin başlattığı ‘’İslami Yakınlaşma Girişimi’’ esasen mezhep çatışmasını durdurmaya matuftur.

İslam İşbirliği Teşkilatı, bu girişimi hayata geçirmek ve üyeler arasında ihtilafların önlenmesi ve çözümü mekanizmaları oluşturmak için üç eski Cumhurbaşkanından oluşan Akil Adamlar Konseyini kurmuştur.

Bu Konseyde ben de yer almaktayım.

Bölge sorunlarına öncelikle bölge ülkeleri arasında bu tür diyalog ve anlayış tesisi yoluyla çözüm aranması teşvik edilmelidir.

Bölge ülkeleri, yarışa girmek mecburiyetinde kalmamaları ve bırakılmamaları gerekmektedir.

Bölge liderlerinin insiyatif alarak bölgesel çözümler üretmeleri esas olmalıdır.

Zira, bazı bölge ülkelerinin bölünme ihtimalinin sonuçları, meçhul yeni jeopolitik sarsıntılar ihtimalini de gündeme getirmektedir.

Özellikle Irak ve Suriye’de bazı unsurların bu sarsıntılardan yararlanarak maksimalist hedeflerine ulaşmak istemelerinin, bölgede yeni rövanşist ve irredantist hareketlere yol açabileceği unutulmamalıdır.

Halkların meşru ulusal müktesebatları saydıkları sınırlar içindeki toprakların ve bunların üzerindeki kaynakların zorla el değiştirmesine gösterilebilecek tepkiler, onyıllara yayılan sonuçlar yaratabilir.

Filistin ve Kudüs meseleleri bunun bir örneğidir.

Yeni Kudüs meseleleri yaratmamak gerekir.

Daesh’in doğuşuna yol açan olayları ve sebepler çok tazedir; bunları da iyi çalışmak gerekir.

Dolayısıyla, sözkonusu dört ülkenin bölünmesinin, bunları bir arada tutmaktan daha kolay olmayabileceğini göz önünde tutmak gerekir.

Hanımefendiler, Beyefendiler,

Güvenlik ile ekonomi arasında güçlü bir ilişki olduğu bir vakıadır.

İç savaşlar ve terörizm, Orta Doğu ülkelerinde büyük bir yıkım yaratmıştır.

Bu yıkım, ekonominin altyapısının ve sanayi tesislerinin fiziki yıkımdan da ibaret değildir.

Sağlık, eğitim ve kültür kurumlarının ve kültür mirasının tahrip olması, aynı ölçüde vahim bir durum yaratmaktadır.

UNICEF’in geçen Eylül ayında yayınladığı alarme edici raporda da ifade edildiği gibi, göç veya yer değiştirme nedeniyle eğitimsiz ve başı boş kalan milyonlarca çocuk ve gencin durumu büyük bir küresel sorun olarak önümüzde durmaktadır.

Dolayısıyla, çatışma-sonrası dönem için Marshall Yardımına benzeyen bir enstrüman aracılığı ile büyük bir yeniden inşaa hamlesinin şimdiden tasarlamak gerekecektir.

Hatta, böyle bir tasarının şimdiden duyurulması halklara moral verecek ve çatışmaların durması eğilimini ve yeni bir işbirliği ruhunu teşvik edebilecektir.

Takriben 100 milyon nüfuslu geniş bir coğrafyada yer alan bu dört ülkede, ticari ve sınai faaliyetler ve ulaştırma sirkülasyonu beş yıldır büyük ölçüde durmuştur.

Bu konuda IMF’nin iki ay önce yayınladığı kapsamlı rapora ve IMF Başkanı Lagarde’ın dünya kamuoyuna yaptığı çağrıya ve uyarıya dikkatlerinizi önemle çekmek isterim.

IMF, Orta Doğuda yaşanan silahlı ihtilafların ekonomik maliyetinin son derece yüksek olduğu tespitini yapmakta, bunun çevreye yayılma potansiyeli de taşıdığı uyarısında bulunmakta, bunun etkilerinin uygun politikalarla sınırlı tutulabileceğini de iyi haber olarak vermektedir.

Dolayısıyla uluslararası toplumun bu ülkelere yardım konusunda üstlenecekleri sorumluluk, sadece ilgili ülkelerin değil, Avrupa ve dünya ekonomisinin de çıkarları gereğidir.

Sayın Başkan,

Hanımefendiler, Beyefendiler,

Son olarak, adı Arap Baharı olsun veya olmasın, Orta Doğu’da insan haklarının korunmasını, hukukun üstünlüğünü, çoğulculuğu, saydamlığı ve iyi yönetişimi esas alan siyasi dönüşümlerin gündemde kalmaya devam etmelidir.

Bunun, bölgenin geleceği ve güvenliği için gerekli ve mümkün olduğuna da inanıyorum.

Çatışmaların dışında kalmayı başaran bölge ülkelerinin, nisbi istikrarlarını korumaları her zamankinden daha fazla önemli hale gelmiştir.

Dolayısıyla, bu ülkelerin ekonomik ve siyasi dengelerini daha da iyileştirmeye özen göstermelerinin, bölgedeki çatışmaları ithal etmek yerine istikrar ve iyi yönetişim örneği vermelerinin sadece kendileri için değil, bölge için de öneminin bilincinde olduklarını umuyorum.

Yaşanılan trajedilerden, gerek Orta Doğu halklarının ve liderlerinin, gerekse bundan etkilenen başta Avrupa olmak üzere dünya halklarının ve liderlerinin gerekli dersleri çıkarmalarını temenni ediyorum.

Yazdır Paylaş Yukarı