KİTAPLAR

Fotoğraf Galerisi

Video Galeri

Günün Fotoğrafı

 

Çanakkale`den Gelen Bayrak ve Toprak Çankaya Köşkü`nde

18.03.2010
Yazdır Paylaş Yazıları Büyült Yazıları Küçült

 

Cumhurbaşkanı Gül, 18 Mart Şehitleri Anma Günü ve Çanakkale Deniz Zaferi’nin 95. yıl dönümü nedeniyle Gençlik ve Spor Genel Müdürü Akgül ve beraberindeki heyeti Çankaya Köşkü’nde kabul etti.

Gençlik ve Spor Genel Müdürü Yunus Akgül ve beraberindeki heyet, Cumhurbaşkanı Gül’e 18 Mart Şehitleri Anma Günü ve Çanakkale Deniz Zaferi’nin yıl dönümü nedeniyle Gelibolu Yarımadası’ndan getirilen ve Çanakkale’den Ankara’ya kadar 200 öğrencinin taşıdığı bayrak, toprak ve deniz suyunu takdim etti.

 

 

“TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NİN TEMELLERİ ÇANAKKALE SAVAŞI İLE ATILMIŞTIR”

Cumhurbaşkanı Gül kabulde, “Vatanımızın her toprağı değerli ama Çanakkale’den gelen bu toprak çok daha farklı bir anlam ifade ediyor ve siz bu toprağı getirmek için emek verdiniz. Çanakkale Savaşı sadece Türkiye Cumhuriyeti’ni değil tüm dünyayı ilgilendiren tarihî bir hadisedir. Bu savaş ile dünya tarihinin gidişatı değişmiş ve Türkiye Cumhuriyeti’nin temelleri atılmıştır” dedi.

Cumhurbaşkanı Gül sözlerini “Başta Büyük Atatürk olmak üzere, pek çok komutan ve devlet adamı ilk defa kendini Çanakkale’de göstermiştir. Bu zaferi en iyi Mehmet Akif’in “Çanakkale Şehitlerine” şiiri anlatır. Onu okuduğunuz zaman taşıdığınız toprağın değerini daha çok anlarsınız” diyerek bitirdi.

Akgül de kabulde, başta 2011 yılında Erzurum’da düzenlenecek Dünya Üniversiteler Kış Oyunları ve 2012 yılında İstanbul’da düzenlenecek Dünya Salon Atletizm Şampiyonası olmak üzere, genel müdürlüğün önümüzdeki dönemlerdeki faaliyetleri hakkında bilgi verdi.

 

ÇANAKKALE ŞEHİTLERİNE


Şu Boğaz harbi nedir? Var mı ki dünyâda eşi?
En kesif orduların yükleniyor dördü beşi.
-Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya-
Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.
Ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı!
Nerde-gösterdiği vahşetle ‘bu: bir Avrupalı’
Dedirir-Yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi,
Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yâhud kafesi!
Eski Dünyâ, yeni Dünyâ, bütün akvâm-ı beşer,
Kaynıyor kum gibi, mahşer mi, hakikat mahşer.
Yedi iklimi cihânın duruyor karşında,
Avusturalya’yla beraber bakıyorsun: Kanada!
Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk:
Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler denk.
Kimi Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ...
Hani, tâuna da züldür bu rezil istilâ!
Ah o yirminci asır yok mu, o mahlûk-i asil,
Ne kadar gözdesi mevcûd ise hakkıyle, sefil,
Kustu Mehmedciğin aylarca durup karşısına;
Döktü karnındaki esrârı hayâsızcasına.
Maske yırtılmasa hâlâ bize âfetti o yüz...
Medeniyyet denilen kahbe, hakikat, yüzsüz.
Sonra mel’undaki tahribe müvekkel esbâb,
Öyle müdhiş ki: Eder her biri bir mülkü harâb.
Öteden sâikalar parçalıyor âfâkı;
Beriden zelzeleler kaldırıyor a’mâkı;
Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin;
Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin.
Yerin altında cehennem gibi binlerce lağam,
Atılan her lağamın yaktığı: Yüzlerce adam.
Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer;
O ne müdhiş tipidir: Savrulur enkaaz-ı beşer...
Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak,
Boşanır sırtlara vâdilere, sağnak sağnak.
Saçıyor zırha bürünmüş de o nâmerd eller,
Yıldırım yaylımı tûfanlar, alevden seller.
Veriyor yangını, durmuş da açık sinelere,
Sürü halinde gezerken sayısız teyyâre.
Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermiler...
Kahraman orduyu seyret ki bu tehdide güler!
Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından;
Alınır kal’â mı göğsündeki kat kat iman?
Hangi kuvvet onu, hâşâ, edecek kahrına râm?
Çünkü te’sis-i İlahi o metin istihkâm.
Sarılır, indirilir mevki-i müstahkemler,
Beşerin azmini tevkif edemez sun’-i beşer;
Bu göğüslerse Hudâ’nın ebedi serhaddi;
‘O benim sun’-i bedi’im, onu çiğnetme’ dedi.
Asım’ın nesli...diyordum ya...nesilmiş gerçek:
İşte çiğnetmedi nâmusunu, çiğnetmeyecek.
Şühedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar...
O, rükû olmasa, dünyâda eğilmez başlar,
Vurulup tertemiz alnından, uzanmış yatıyor,
Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor!
Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş asker!
Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer.
Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor tevhidi...
Bedr’in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi.
Sana dar gelmiyecek makberi kimler kazsın?
‘Gömelim gel seni tarihe’ desem, sığmazsın.
Herc ü merc ettiğin edvâra da yetmez o kitâb...
Seni ancak ebediyyetler eder istiâb.
‘Bu, taşındır’ diyerek Kâ’be’yi diksem başına
Ruhumun vahyini duysam da geçirsem taşına
Sonra gök kubbeyi alsam da, ridâ namıyle,
Kanayan lâhdine çeksem bütün ecrâmıyle;
Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan,
Yedi kandilli Süreyyâ’yı uzatsam oradan;
Sen bu âvizenin altında, bürünmüş kanına,
Uzanırken, gece mehtâbı getirsem yanına,
Türbedârın gibi tâ fecre kadar bekletsem;
Gündüzün fecr ile âvizeni lebriz etsem;
Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana...
Yine bir şey yapabildim diyemem hâtırana.
Sen ki, son ehl-i salibin kırarak savletini,
Şarkın en sevgili sultânı Salâhaddin’i,
Kılıç Arslan gibi iclâline ettin hayran...
Sen ki, İslam’ı kuşatmış, boğuyorken hüsran,
O demir çenberi göğsünde kırıp parçaladın;
Sen ki, rûhunla beraber gezer ecrâmı adın;
Sen ki, a’sâra gömülsen taşacaksın...Heyhât,
Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât...
Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber,
Sana âğûşunu açmış duruyor Peygamber.
Mehmet Akif Ersoy

Tüm Haberler

Yazdır Paylaş Yukarı